13 Ekim 2009 Salı

SPOR SİYASETİN OYUNCAĞIDIR

Euro 2012'de İsrail ile eşleşeceğiz!

Bahri ÇİFTÇİ YAZDI

Euro 2008 elemeleri kura çekiminde Azerbaycan ile Ermenistan aynı gruba düştü. Azerbaycan, Ermenistan'da maça çıkmayı reddetti. Ermenistan ise iki maçın da tarafsız sahada oynanmasına karşı çıkanca UEFA, 1. Grup'taki bu iki maçın oynanmamasını kararlaştırdı. Euro 2008 elemelerinde Türkiye ise Yunanistan ile aynı grupta mücadele etti. Kaderin cilvesi (!) Ermenistan, Euro 2008'den bir sonraki turnuvada Türkiye ile aynı gruba düştü. Ermenistan ile Azerbaycan arasında gerçekleşmeyen futbol diplomasisini Ermenistan ile Türkiye arasında imzalanan protokol takip etti. Şimdi önümüzde Euro 2012 kura çekimi var. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler gergin. Kim bilir belki kaderin cilvesiyle bu kez Türkiye ve İsrail aynı gruba düşer ve siyasi sorunlar futbol sahasındaki diplomasi ile belki aşılır.
Spor, bugün dinin yerine kullanılan bir uyuşturucu, birleştirici, haddini bildirici bir propaganda aracı; futbol da global emperyalizmin bütün dünyada kullandığı ortak bir dil. Dünyanın neresine giderseniz gidin futbolun dili aynı. Top kale çizgisini geçtiği zaman bir kesim seviniyor diğer bir kesim üzülüyor. İnsanlar futbol sahasına 11'e 11 eşit şartlarda çıkıyor. 90 dakika boyunca aynı dili konuşuyor ve maç bitince bir grup diğer kesime üstünlüğünü net bir şekilde kabul ettiriyor. Spor ve futbol tutkusu son yüzyıl boyunca bir diplomasi ve propaganda aracı olarak kullanıldı. İşgal kuvvetlerinin İstanbul'da Türklerle maç yapmasının bir benzeri bugün Irak ve Afganistan'da yaşanıyor. Irak'ta, Saddam'ın oğlu Uday, maçları kaybeden futbolculara statlarda işkence yapardı. El Kaide, Afganistan'da binlerce insanı tribünlerde toplayıp, statlarda suçluları idam ederdi. Amerika'nın Irak ve Afganistan'ı işgal ettikten hemen sonra yaptığı ilk iş statları futbola açmak ve yerel takımlarla futbol maçları oynamak oldu. Hatta Irak Milli Futbol Takımı, Asya şampiyonu yapıldı. Antik çağdaki ilk olimpiyatlardan itibaren spor politikaya alet edildi. Antik Yunan'da olimpiyatlar düzenlenmeden önce diğer sitelere güvenle Yunan şehirlerine girebilecekleri teminatı veriliyor, müsabakaları izlemeye gelen liderler anlaşmalar imzalıyordu. Sporu en aktif şekilde bir propaganda aracı olarak kullanan ülke ise ABD. Basketbol, 1891'de Massachusetts'teki bir Hıristiyan okulunda bulundu. Bu okuldan mezun olan çocuklar, Asya'ya gidip misyonerlik faaliyetlerinde bulunurken yanlarında basketbolu da götürdü. Amerika'da bulunan bir diğer spor basebol da Latin Amerika'da popüler hale geldi. 1934'de Amerikan basebol takımı Japonya'ya gitti. Takımın ünlü tutucusu Moe Berg, Amerikan hükümeti adına gizlice Tokyo'daki askeri faaliyetleri filme çekti. Sporun propaganda için kullanıldığı ilk büyük organizasyon 1936 Berlin Olimpiyatları oldu. Hitler, Berlin'deki oyunları nazizmin dünyaya propagandası olarak kullanmak istedi. O günden beri İspanya'dan Bolivya'ya, Afganistan'dan Irak'a kadar dünyanın her yerinde spor ve özellikle de futbol siyasetin oyuncağı oldu. Kimi zaman futbol için kan döküldü, kimi zaman da dökülen kanı futbol durdurdu. İşte sportif propagandanın iki örneği:
Honduras - El Salvador: "Futbol savaşı"
1970 Dünya Kupası elemelerinde karşılaşan iki komşu ülke El Salvador ve Honduras arasındaki üçüncü maç sonrası çıkan ve 100 saat süren savaş, dünya litaratürüne 'Futbol savaşı' olarak geçmişti. Bilançosu 4 bin ölü, 12 bin yaralı olan bu savaş, araya giren 'hatırlı' Güney Amerika ülkeleri sayesinde son bulmuştu.
Mübadeleden sonra bir daha ortalık sakinleşmedi
Orta Amerika'nın yüzölçümü en küçük ülkesi olan El Salvador, kilometrekare başına 160 kişiyle tüm Amerika Kıtası'nın en yoğun nüfusuna sahipti. Bir tarım ülkesi olan El Salvador’da toprak ağaları yüzünden köylülerin üçte ikisinin hiç toprağı yoktu. Bu topraksız köylüler, kurtuluşu Honduras'a göç etmekte bulmuşlardı. Honduras ise El Salvador’un altı katı büyüklüğünde ve yarı nüfusa sahipti. Salvadorlular, Honduras’ta köyler kurup yaklaşık 300 bin nüfusa ulaşmıştı. 1960’larda Honduraslı köylüler arasında çıkan bir huzursuzluk neticesinde hükümet bir toprak reformuna kalkışıp Salvadorluların yerleştiği toprakları Honduraslı köylülere dağıtmayı planlayınca dananın kuyruğu koptu. Bu, Salvadorluların yurtlarına geri dönmeleri anlamına geliyordu. El Salvador’sa zaten bir köylü ayaklanmasından çekiniyordu. İki ülke arasındaki ilişkiler oldukça gergindi. İki ülke medyası diğer taraf aleyhine sürekli kışkırtıcı bir propaganda halindeydi. Nefret katlanıyordu.
Maçı kaybedince intihar etti
İşte böyle bir ortamda karşılaştı taraflar. İlk maç 8 Haziran 1969’da Honduras’ın başkenti Tegucigalpa'da yapılmış, bütün geceyi otellerini saran fanatik Honduras taraftarlarının gürültüsü yüzünden uykusuz geçiren El Salvador, son dakikada gelen gole engel olamamış ve maçı 1-0 kaybetmişti. Maçın hemen ardından El Salvador’da televizyonunun başında maçı izleyen 18 yaşındaki Amelia Bolanos babasının silahını kalbine dayayarak tetiği çekecekti. Ertesi gün Salvador gazetesi El Nacional “Genç kız, vatanının yıkılışını görmeye tahammül edemedi” başlığını atıyordu. Bolanos, televizyondan canlı yayınlanan bir devlet töreniyle toprağa verildi. Gerginlik hızla tırmanıyordu.
İkinci maç ve savaş
15 Haziran'daki ikinci maç, bu gergin ortamda yapıldı. Bu kez maç öncesi geceyi uykusuz geçiren, doğal olarak Honduras’tı. Stadyuma halk linç etmesin diye askeri araçlarla götürülen Honduras Millî Takımı, orada da büyük tacize uğradı. 3-0 biten maçın ardından, teknik direktörleri "Kaybettiğimiz için çok şanslıyız" diyordu. Zırhlı araçlarla havaalanına götürülen Honduras ekibi, eve sağ salim dönerken, onları desteklemeye gelen taraftarları sınıra canlarını zor attılar. İki taraftar ölmüş, yüzlercesi hastanelik olmuş, 150 Honduras plakalı araç yakılmıştı. 27 Haziran 1969'da El Salvador, Honduras ile bütün ilişkilerini kesti, iki ülke arasındaki sınır kapatıldı.
Mexico'da oynanan üçüncü maç neticesinde El Salvador Honduras'ı 3-2 geçerek dünya kupası vizesi almıştı. Çok değil, iki hafta sonra da savaş başlayacaktı. Kimsenin kazanmadığı, bir anlamda berabere biten savaş neticesinde Salvadorlu köylülerin bir kısmı yurtlarına dönmek zorunda bırakılırken, bir kısmı Honduras’ta kaldı. Dönenler, hiç de hoş karşılanmamıştı. 10 yıl sonra El Salvador, tekrar kaosa sürüklenmiş ve 11 yıl süren bir iç savaş ülkeyi yine kana boğmuştu. 1982’den beri Dünya Kupası’nı televizyondan izleyen ülkeler arasında her ne kadar 1969’da ateşkes çabuk ilan edilse de, Honduras ile El Salvador devlet başkanlarının buluşup el sıkışması için yılların 2006’yı göstermesi gerekmişti.
Pin pong diplomasisi
Pin pong diplomasisi, ABD ve Çin arasındaki diplomatik soğukluğun başlayan masa tenisi takımlarının maçlarıyla gelişen sürece atfen kullanılan bir terimdir.
Uzun zaman, içeride komünist rejimi pekiştirmekle meşgul olan Çin, batılı ülkelerle ve özellikle ABD ile ilişkiler kurmamıştır. Zaten ABD de bu yolda girişimlerde bulunmamış Formoza'daki Çan Kay Şek Çin'ini desteklemiştir. Ancak, zamanla hem Çin'in ve hem de ABD'nin bu görüşleri değişmiştir. İlişkiler kurma eğilimi başlamıştır. Bu yolda ilk adımlar olarak Çin ile ABD arasında ping pong masa tenisi takımları ziyaretleri ve maçları yapılarak ilk yakınlaşma denemelerine girişilmiş ve bu duruma "ping-pong diplomasisi" adı verilmiştir. Nitekim, kısa bir süre sonra ilişkiler daha da gelişmiş ve ABD Başkanı Nixon Çin'e resmi bir ziyarette bulunmuştur. Bu arada Çin dışa açılma politikasını dinamikleştirmiş, birçok ülke ile diplomatik ilişki kurmuş, Birleşmiş Milletler'deki yerini almıştır. Türkiye de Çin Halk Cumhuriyeti ile 1971 Ağustos'unda tanıma ve diplomatik ilişkilere girişmiştir. (Wikipedia)

29 Eylül 2009 Salı

NE EKERSEN ONU BİÇERSİN



Bu halka spor sevdirilmedi... Spor ve özellikle de futbol, her dikta ya da sözüm ona demokratik yönetimlerin başvurduğu gibi halkı siyasetten uzak tutup, koyunlaştırmanın en kolay yolu olarak benimsendi. 1960'larda mantar gibi statlar, kulüpler türedi... Bir emirle, geçmişi, yaşanmışlığı bir hikayesi olmayan kulüpler kuruldu. Futbol kültürü olmayan, bir futbol ülkesi haline geldik. Bu halka spor yaptırılmadı, sadece tribüne çık takımını destekle denildi. Zaten yaptırılsaydı şimdi Diyarbakırspor bir numaralı ülke sorunu haline gelmezdi. Spor yapan bir toplum olmak kolay değildir. Bunun ekonomi ve eğitim gibi çok önemli iki altyapısı vardır. İnsan, ancak ekonomik açıdan rahatsa ve spor yapmanın önemini anlayabilecek bir eğitimden geçirilirse, bu yola girer.
Oysa Türkiye'de işçi emekçi olmak zaten baştan kaybetmektir... Kaybetmekten de öte ayıptır. Namusuyla çalışan öyle bir boyunduruk altına alınmıştır ki bırakın spor yapmayı, nefes bile alamaz.. Ne spora ayıracak zamanı, ne de parası vardır. Hayat şartları onun en büyük prangasıdır. Düşünemez, olayları sorgulayamaz. Sadece hazır olan düşünce ve siyaset kalıpları içinde bir pinpon topu gibi duvardan duvara çarpar başını, iş insanlıktan çıkar, delilik boyutuna varır... Büyük varoşlarda ülkücü, Güney doğuda PKK'lı olmaktan başka bir alternatifi yoktur.
İşte bu ülkeye nifak tohumları böyle ekildi. Ülkenin insanlarına, ne eğitim, ne spor, ne de rahat yaşama hakkı tanındı. Şimdi Diyarbakırspor nereye giderse bölücülükle suçlanıyor, tribünlerde "Ne mutlu Türküm" pankartları asılıyor, küfürler ediliyor, kavgalar çıkıyor... Ve ekranları parselleyen birkaç dangalak çıkıp "Sporda siyasetin yeri yok" diyor..."Spor kardeşlik, dostluktur" diyor. Hadi oradan, sporu siyasete en iğrenç şekilde alet eden sizsiniz... Kardeşi, kardeşe kırdıran sizsiniz... Dedeleriniz, babalarınız bunu sırf daha fazla semirmek, daha fazla cebini doldurmak, kişisel çıkarlarını gözetmek için bir ülkenin ve halkın geleceğini peş keş çekme pahasına yaptı. Siz de dedelerinizin, babalarınızın yolundan emin adımlarla ilerliyorsunuz... Şimdi rahatsız olmaya, nutuk atmaya hiç hakkınız yok... Çünkü ne ektiyseniz onu biçiyorsunuz...

13 Eylül 2009 Pazar

KOMÜNİSTLERİN BECKHAM'I


Hüseyin ATAŞ - Cumhuriyet

Bir peri masalı mı devrim hikayesi mi bilinmez ama yarım kalmıştı. Liverno'nun ve solun yeşil sahadaki sancağı Cristiano Lucarelli Ukrayna'ya gitmişti. Kader bu yarım kalan hikayeye göz yummadı. Lucarelli'yi doğup büyüdüğü kente geri getirdi. Üzerinde yükseldiği değerlere yeniden kavuştu. Belki eskisi kadar sivri dilli değil ama o hala solun David Beckham'ı...
Cristiano Lucarelli, endüstriyel futbolda romantik ruhlu bir futbol ikonu. Solcuların Beckham'ı da diyebiliriz. Adana Demirspor'la Livorno arasında oynanacak dostluk maçı için geldiği Adana'da sorularımıza cevap verirken İngiliz marka ve bayraklı spor ayakkabısını görünce puanını kırsak da o hala bir idol. Lucarelli'ye “son vuruşları çok iyi yapan bir santrafor"dan fazlasını ithaf eden elbetteki onun hayattaki duruşu üzerinde şekillenen hikayesiydi. Torino'da top koştururken doğduğu kentin takımı Livorno'nun ikinci lige yükseldiği maçtan sonra sahayı işgal eden taraftarlardan biriydi. Ertesi sezon o da Livorno'ya döndüğünde yaşananlar sonu gelmeyecek bir devrim hikayesine benziyordu.
Kimi futbolcular yüksek transfer ücretlerini kabul edip lüks içinde yaşıyordu. Ancak Lucarelli için o teklifler bir Livorno formasına değişilmezdi. Tutkusu ve inançları bazen tepki toplamasına da yol açıyordu. Attığı gollerden sonra Komünist Parti'den ödünç aldığı sol yumruğuyla taraftarlarını selamlaması, Livorno'nun İtalya milli takımından önce geldiğini açıklaması tartışmalı efsanesine bir çizik daha atıyordu hep.
Verdiği cevaplardan fark edeceksiniz, ilerleyen yıllarla birlikte biraz durulmuş ama öyle bir hikayesi var ki geçen yüzyılda hayallerindeki toplumu statların etrafına inşa edeceğini sanan diktatörler Lucarelli'yle tanışsa ne düşünürdü acaba?
FUTBOL VE SİYASET İLİŞKİSİ
- Futbol ve siyaset arasındaki ilişkiye nasıl bakıyorsunuz?
- Futbolda siyaset her zaman var olacak. Hayatın her alanında olduğu gibi bu kaçınılmaz ama böyle olması bazen de oyunun önüne geçmiyor değil. Bu da futbolun ruhuna zarar veriyor.
- Bununla bağlantılı olarak futbolcuların siyasi görüşlerini açıklamasını doğru buluyor musunuz?
- Sonuçta futbolcular da birer birey ve saha dışında sosyal yaşamları var. Her özgür insan gibi futbolcuların da siyasi görüşlerinin olması ve bunu açıklamaları bana gayet normal geliyor.
- Livorno'nun solcu bir takım olarak anılmasına ne diyorsunuz?
- Öncelikle şunu belirteyim kulüp değil, futbolcular ve taraftarlar solcu. Solcu kulüp diye bir ifade bana yanlış geliyor. Bizim taraftarımızın hayata bakışları aykırı. Buna da saygı duyulması gerekiyor.
- Lazio ve Di Canio hakkında ne söylemek istersin?
- Dediğim gibi solcu, sağcı takım diye bir şey olmamalı. Lazio'ya da Di Canio'nun görüşlerine da saygı duyuyorum.
- İtalya'da “taraftar kartı" projesi gündemde. Ultra'lar (İtalyan Taraftar Grupları) fişleme operasyonu olarak gördükleri için karşı çıkıyorlar.
- Bazı insanların eğitmek amacıyla herkesi cezalandıramazsınız. Ben de karşıyım bu projeye.
- Adana Demirspor-Livorno maçı sizin için nasıl bir anlam taşıyor?
- İki takımın da mazisi birbirine benzyior. Buraya Demirspor taraftarını onurlandırmaya geldik. Çok sportmen ruhlu bir maç oldu. Demirspor taraftarını ve Adana'yı çok sevdim. Özellikle havaalanındaki karşılama çok şaşırtıcıydı.
- Küba ve Livorno'nun bir hazırlık maçında buluşmasını düşlediğinizi açıklamıştınız. Bu hayaliniz devam ediyor mu?
- Evet, hala aynı hayali kuruyorum. Böyle bir maç gerçekten harika olurdu.
MİLLİ TAKIM UNUTULMAZDI
- Milli takım kariyerinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Gök mavili formayı daha fazla giymek ister miydiniz?
- Milli takımda geçirdiğim zamanlar unutulmazdı ve benim için çok özeldi. Tabii ki her futbolcu gibi milli takımımda olmayı isterim.
- Takip ettiğiniz Türk takımları var mı?
- Aslında yok ama denk gelirse Avrupa Kupası maçlarını izliyorum.
- İtalya'da sürekli gündemi meşgul eden Mourinho hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Ben açık sözlü her insanı severim. Mourinho da fazlasıla açık sözlü bir insan o yüzden çok sempati ile bakıyorum, beğeniyorum.
- Bu sezon Seire A'da kaç gol atmayı hedefliyorsunuz?
- En az 15 gol atacağımı umuyorum.
(anadoludanfutbol.blogspot.com)

6 Eylül 2009 Pazar

KARTAL KARTAL OLURSA

Kubilay Derse yorumu

Beşiktaş'ı hiç haketmeyecek bir tehlike bekliyor. Taraftarının yarattığı ambiansı ve desteği dünyada çok nadir kulüplerde görebileceğimiz bu büyük camia, klasman düşebilir. Geçen sezon ezeli rakiplerinin boşluğundan kaynaklı hasbelkader elde edilen iki kupayı göz ardı edersek, siyah-beyazlı kulübün son 10 yılda dünyada ses getiren sportif başarısı yok. Buna bir de 100 kuruluş yılında Zagolu, Ronaldolu, İlhanlı, Ahmet Dursunlu ve tabii ki Pascal Noumalı müthiş kadrosuyla yakaladığı lig şampiyonluğunu da eklemeliyiz. Ama eğer bir ölçüsü, terazisi varsa taraftar desteği, camianın yapısı ve o ünlü duruşları ile onlar her zaman "gönüllerin şampiyonu"... Ancak... Önlem alınmazsa bu büyük camia, Türkiye'nin 3 büyüğü klasmanından düştü düşecek. Her şeye rağmen ilaç uzakta değil... Beşiktaş'ın kendi bünyesinde, yapısında... Aslında işleri çok kolay...
Beşiktaş'ın simgesi Karakartal'dır. Karakartal, cinsinin en büyük vahşisi, en yırtıcısı. Karakartal, uzun yaşayan hayvanlar grubundadır. Ancak 35-40 yaş arasında çaptan düşer. Tırnakları o kadar uzar ki, artık avlarını tutamayacak hale gelir. Gagası gereğinden fazla kıvrılır ve avını kavrayamaz. Tüyleri çok uzayıp ağırlaşır. Artık yüksek semalarda süzülemez hale getirir, Karakartal'daki bu değişim...
Ancak çok ilginç bir hikayeyle karşılaşırız Karakartal'ın bu evresinde. Ya tamam ya devam evresi. Kartal, o mağrur duruşu hırpalanmasın, itibarı zedelenmesin diye kendisini kimsenin görmediği bir tepeye hapseder. Gagasını kayalara vurmaya başlar. Taa ki, düşüp vücudundan ayrılana kadar. Düşen gagasının yerine yenisinin çıkmasını bekler, bekler, bekler. Yeni gagasıyla uzayan tırnaklarını söker. Yine bekler. Yeni tırnaklarıyla tüylerini yolar. Ama sabırla, metanetle. Sorununu kendi kendine halleder. Etrafla uğraşmaz. Kartal'ı kartal yapan 3 önemli uzvu da tekrar kazanınca, artık tekrar doğanın en yırtıcı hayvanlarından biri olmuştur. Hem de 40 yıllık deneyimle.
Yine eski gibi göklerde süzülüp, o mağrur ve gururlu görüntüsüyle yaşamına devam edecektir ve 75-80 yaşına kadar çok rahatlıkla yol alabilecektir.

25 Ağustos 2009 Salı

OYUN BOZAN BOLT


Ariane Friedrich ile Blanka Vlasic hem rakip hem de çok iyi arkadaş
Hakan ÜÇSULAR / AKŞAM
Jamaikalı atlet müthiş rekorları ile birçok önemli olayı ve çok sayıda atletin büyük başarısını gölgede bıraktı. Oysa Berlin'de acıyla gelen zaferler, kazanırken kaybedenler, centilmenlik dersleri ve daha neler neler vardı

Berlin sadece atletizmin değil, belki de tüm spor tarihinin en önemli, en güzel organizasyonlarından birisine sahne oldu... Hiç kuşkusuz şampiyonanın yıldızı 100 metrede 9.58, 200 metrede de 19.19'luk insan üstü dereceleriyle dünya rekorlarına imza atan, 4x100'de altınları üçleyen Jamaikalı Usain Bold oldu. Bolt'un bu inanılmaz performansı nedeniyle birçok önemli olay ve bir çok atletin büyük başarısı gölgede kaldı... Şimdi Bolt'u bir kenara bırakalım ve hak edenlere, haklarını verelim. En büyük alkış seyirciye... Berlin Olimpiyat Stadı’nda dokuz gün süren şampiyonayı 500 binin üzerinde sporsever izledi. Coşku müthişti, fair play ise gani... Bayanlar yüksek atlamada Alman atlet Ariane Friedrich ile Blanka Vlasic mücadelesinde yaşananlar tam anlamıyla derslikti. Friedrich'in eliyle yaptığı her sus işaretinde, o dev stat bir anda sessizliğe gömülürken Vlasic atlerken de Hırvat atlete alkışlı müthiş bir tezahürat vardı. Friedrich üçüncülükte kalırken, Valsic'in rekor denemesinde hem kendisinin (Friedrich) hem de tribünlerin hep birlikte tempo tutup, onu desteklemesi ise herhalde fair play’in ulaştığı son nokta olsa gerek. Eğer Bolt Berlin'in yıldızı olduysa, mucize atlet oskarını ise sırıkla yüksek atlamacı Steve Hooker aldı. Avustralyalı atlet, sakatlığı nedeniyle seçmelere son anda girdi. Finalde ise ağırlar içinde tek atlayış yaşıp, adını zirveye yazdırdı. Uzun mesafenin efsane ismi Kenenisa Bekele 5 bin ve 10 bin de iki müthiş zafere imza atarak, Etiyopyalıların bayanlarda Kenya'ya geçilmesinin yaralarını sardı. Şampiyonada istenmeyen olaylar da yok değil.. 800 metre bayanların galibi, Güney Afrikalı Coster Semenya'dan cinsiyet testi istenmesi, yine bayanlar 1500 metre finalinde İspanyol Natalia Rodriguez'in düşürdüğü Etiyopyalı Gelete Burka'yı muhtemel bir madalyadan ederken, yarışı birinci bitirmesine rağmen diskalifiye edilmesi gibi üzücü olaylar tarihin yapraklarına kazındı.. Dev organizasyonun sakarı unvanını Polonyalı çekiççi Anite Wladarczyk aldı. Wlodarczyk, 77.96'lık derecesiyle dünya rekoru kırıp altın madalyaya uzandı. Ancak sevinç gösterisi sırasında sakatlanıp, başka atış yapamadı. Ve hayal kırıklıkları... ABD her ne kadar madalya sıralamasında zirvede yer alsa da sprint yarışlarındaki üstünlüğünü hem bayanlarda hem de erkeklerde Jamaika'ya kaptırdı. Hele hele 4x100'lerde yaşadıkları hayal kırıklığının da ötesindeydi. Bayanlar sırıkla atlamayı yıllardır domine eden Yelene Isinbaeva'nın düşünü son iki üç aylık süreçte adeta "Geliyorum" der gibiydi... Erkekler uzun atlamadan son dünya ve olimpiyat şampiyonu Panamalı İrving Saladino'nun üçte sıfır çekmesi Dwight Philips'e yapılan güzel bir ikramdı. Elvan'ın sır sakatlığının yarış sırasında ortaya çıkmasıyla kaçan iki muhtemel madalya, birçok atletimizin sakatlık nedeniyle Berlin'de yarışamaması bizim adımıza yaşanan hayal kırıkları oldu. Teselliyi ise bayanlar 110 metre engellide Nevin Yanıt'ın göreceli başarısı ve Karin Melis Mey'in uzun atlamadaki bronz madalyası ile bulduk.

23 Ağustos 2009 Pazar

Hz. MUHAMMED ATLETTİ

Araplar'da deve yarışları hala çok seviliyor.

Soner Yalçın / Hürriyet

Gazali der ki; “ eğlence kalbe rahatlık verir; fikri yorgunlukları hafifletir; daima zorlanan ve ciddi işlerle meşgul edilen kalpler körleşir; eğlence ile kalbi rahatlandırmak ciddi iş görmesi için ona yardım etmek demektir. Mesela devamlı fıkıh okuyan bir kimsenin tatil yapması icap eder.”
Yani…
Yanisi şu:
Önce kafalardaki bir tabuyu yıkalım: Hz. Muhammed insandı.
Hz. Muhammed yorulur, dinlenir, eğlenir ve mizah yapardı.
Spora meraklıydı. Örneğin…
Hayvanların birbirine zarar vermeden yarıştırılmaları dinen caizdi. Hz. Muhammed döneminde at ve deve yarışları meşhurdu.
At yarışları Hz. Muhammed’in öncülüğünde yapılırdı. Kazananlar ödüllendirilirdi. At yarışları 6- 7 mil uzunluğundaki Hayfa ile Seniyyetü’l arasında yapılırdı. Aynı “parkurda” deve yarışları da yapılırdı.
Hz. Muhammed’in “Abda” adında bir devesi vardı. Katıldığı tüm yarışları birincilikle bitiriyordu. Ancak bir gün Abda da geçildi. Sahabeler çok üzüldü. Bunun üzerine Hz. Muhammed, “Yükselen her dünyevi şeyin alçalması, ilahi hikmet gereğidir” diyerek onları teselli etti.
Hz. Muhammed güreşi de severdi.
Arap yarımadasının güçlü güreşçisi Rükane bir gün Hz. Muhammed’e güreşme teklifinde bulundu. Rükane Müslüman değildi; Hz. Muhammed’i yenerek onu küçük düşüreceğini hesap etti.
Ancak, Hz. Muhammed, Rükane’yi yendi. Ve ortaya ödül olarak konulan koyunu kazandı.
Rükane yenilgiye doymayan pehlivan gibi yine aynı teklifte bulundu ve yine yenildi. Hz. Muhammed bu kez iki koyun kazandı. Rükane, “Ya Muhammed şimdiye kadar kimse beni yenemedi, beni yenen sen değilsin, içindeki manevi güçtür” deyip Müslüman oldu. Ve Hz. Muhammed koyunları Rükane’ye iade etti.
Asr-ı Saadet’te atletizm yarışmaları da yapıldı.
Bu yarışmalara Hz. Muhammed eşi Hz. Ayşe ile birlikte katıldı. Bir seferinde her ikisi de arkada kaldılar; ancak son gücüyle Hz. Ayşe atak yapınca Hz. Muhammed’i geçti.
Bir yıl sonra bu kez aynı taktiği Hz. Muhammed yaptı ve eşini geçti. “Bu birincilik, o birinciliğe karşılıktır” diye Hz. Ayşe’ye espri yaptı.
Yarışmalara çoluk çocuk kadın erkek yaşlı erkek herkes ya katılır ya da izlemeye gelirdi.
Ok dönemin en önemli silahlarından olduğundan Hz. Muhammed, anne-babalara çocuklarına ok atmayı, ata binmeyi öğretmelerini tavsiye ederdi.
Hz. Muhammed yüzmeye de ayrı bir önem verirdi. Çocukların mutlaka yüzmeyi öğrenmesini ve yüzmesini isterdi.
Bugün…
Bazı sözüm ona Müslümanlar eğlenerek düğün yapmayı ayıp, hatta günah sayıyor. Düğünlerini eğlenceden soyutluyorlar.
Asr-ı Saadet’te düğünler olurdu. Davul, zil gibi çalgılar çalınır, dans edilirdi. Hz. Ayşe’nin bir düğünde iki cariye ile def çaldığı biliniyor. Hz. Muhammed’in “nikahı defle kutlayın” diye hadisi var.
Bakınız…
Buradaki tüm bilgileri, beş ciltlik “Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam” kitabından derledim.
Bir kez daha okuyup gördüm ki, anlatılanlar ile yazılanlar arasında dağlar kadar fark var.
Biz okur bir toplum değiliz. Bu nedenle yobaz bir dincinin söylediklerini doğru kabul ediveriyoruz. Halbuki okusak birçok sorunu halledivereceğiz.
Örneğin…
Bir gelenek olan Türkçe ezana karşı çıkarız ama Allah’ın kelamı olan Kur’an-ı Kerim’in ne zaman Türkçe’ye çevrildiğini bilmeyiz! Haberimiz bile olmaz.
Çünkü ezanı duyuyoruz ama evlerimizde baş üstümüze astığımız Kur’an-ı Kerim’i ne yazık ki açıp okumuyoruz…
Evlerde sayfaları açılmamış Kur’an-ı Kerimler öylece duruyor; “İslam’da ruhban sınıfı yoktur; inanç kul ile Allah arasındadır” diyoruz ama ülkemizde şeyhten, şıhtan, dervişten geçilmiyor. Kendimizi kandırmayı sürdürüyoruz…
Umarız Ramazan hayırlara vesile olur…

16 Ağustos 2009 Pazar

HALA YENİÇERİLERİ KURBAN EDİYORUZ


Osmanlılar, devşirme sistemiyle kurdukları yeniçeri ordusuyla yıllarca üç kıtada birden at koşturdu. Dünyanın en büyük imparatorluklarından birisi haline geldi. Otoritenin resmi tarihi, yeniçeri sisteminin modernleşme adına kaldırıldığını yazar. Resmi olmayan tarih ise sarayı ve hazineyi ele geçirmek isteyen çıkar guruplarının savaşında kanlı bir şekilde yok edildiklerine dikkat çeker... Aradan yüzyıllar geçti, köprünün altından çok sular aktı, imparatorluk yerini cumhuriyete bıraktı ama biz hala yeniçerileri kurban etme geleneğinden vazgeçemiyoruz. Ne demişler, can çıkar ama huy çıkmaz! Fazla uzatmaya gerek yok, herhalde sözü nereye getireceğimizi anlamışsınızdır...Elvan diye bir kız Etiyopya'nın çorak arazisinden çıkıp geliyor, Türkiye'ye atletizmde en büyük başarılarını armağan ediyor... Sonra da Dünya Şampiyonası gelip çatıyor... 20 gün önce toprak zeminde antrenman yaparken, aşil tendonunda bir ağrı hissediyor, bir cahillik edip önemsemiyor. Ama işin daha vahim yanı devşirme sisteminin meyvelerini yiyen, prim yapan hiçbir kimsenin bundan haberi olmuyor... Uzun mesafeyi bir takım koşusu haline getiren Etiyopyalılar, Kenyalılara karşı yalın kılıç tek başına mücadele eden bir yeniçeri daha anlamsızlığa kurban veriliyor... Yazık, yazık çok yazık... Elvan'ın etrafında, Anadolu gençlerinden bir takım, bir ordu oluşturmak varken, onu da "Son Osmanlı" misali yavaş yavaş tarihin tozlu yapraklarına gömüyoruz. Gerçekten de Elvan'ın bundan sonra işi çok zor... Onca Etiyopyalı ve Kenyalının arasında madalyaya bu kadar çok yakınken elinden uçup gitmesini çaresizlikle izleyen bir uzun mesafecinin, Türkiye'deki kuru kalabalık içinde yalnızlığı yaşarken küllerinden yeniden doğması ve hiç yapamadığı zirveyi yapabilmesi mucizenin ta kendisi olsa gerek... Süreyyalar, Halliler mi? Ya da antrenman sahasına gidecek parayı bulamadığı, çivili alacak maddi imkanı olmadığı için harcanan binlerce ihtimal mi? Off, of!

15 Ağustos 2009 Cumartesi

NASIL GERİ DÖNDÜLER?


(Dara Torres)

Özgür Akman / Sabah

En son 2006'da yarışan efsane Ferrari pilotu Schumacher, geçirdiği kazadan dolayı pistlerden uzak kalan Felipe Massa iyileşene kadar Massa'nın yerine geçici olarak yeniden pistlere dönecekti. 23 Ağustos'ta ilk yarışına çıkması beklenirken, boynundaki sakatlığı onu durdurdu. Schumacher dönseydi kimlerle kader ortağı olurdu? Spor dünyasında emeklilik kararından vazgeçen büyük isimlerin listesi epey kabarık. Bir kısmı başarılarına yenilerini eklerken, bazıları da karizmayı biraz çizdirmişti. Sporu bırakıp geri dönen büyük isimlerden ilk akla gelenler...
BAŞARANLAR
MICHAEL JORDAN
Jordan, Chicago Bulls ile üç NBA şampiyonluğu kazandıktan sonra, babasının ölümü üzerine şok bir kararla basketbolu bıraktı. Başarısız beysbol kariyeri denemesinden sonra parkelere geri döndü. Bulls'la üç şampiyonluk yüzüğü daha takıp, basketbolu ikinci kez bıraktı. Yönetici olduğu Washington Wizards'ı play-off'lara taşımak için üçüncü kez sahaya indi. Kırkında 40 sayı barajını geçen ilk NBA oyuncusu oldu. İki sezon daha oynayıp basketbola veda etti.
LANCE ARMSTRONG
Kanseri yendikten sonra yedi defa üst üste Fransa Bisiklet Turu'nu (1999-2005) kazanan Lance Armstrong, şimdi zamana meydan okuyor. Bu sezondan itibaren kanser araştırmalarına destek vermek için bisiklete geri döndü. Mart ayında köprücük kemiğini kırdı; ama yalnızca üç haftada toparlandı. 37 yaşındaki Amerikalı, Fransa Bisiklet Turu'nda eskiden ilham verdiği, artık kanlı bıçaklı olduğu takım arkadaşı Alberto Contador'u durduramadı; ama gelecek yıl kendi takımıyla Contador'a meydan okuyacak.
DARA TORRES
1984 Los Angeles, 1988 Seul ve 1992 Barcelona Olimpiyatları'nda yarıştıktan sonra yüzmeyi bırakan Dara Torres, 2000 Sydney'de de yarışıp beş madalya daha kazandı. Havuzdan uzak durduğunda hem kızı Tesa'yı dünyaya getirdi hem de eğitimine kaldığı yerden devam etti. Pekin'de 41 yaşında beşinci Olimpiyat'ında yarışan Torres, 50 m. serbest, 4x100 m. serbest ve 4x100 m. karışıkta gümüş madalyalar kazanıp koleksiyonundaki Olimpiyat madalyalarını 12'ye çıkardı.
MARTINA NAVRATILOVA
Çek asıllı Amerikalı tenisçi, 1994'te 38 yaşında kortlara veda ettiğinde 18 Grand Slam turnuvası kazanmıştı. Altı yıl sonra çiftlerde yarışmak üzere geri döndü. Avustralya Açık ve Wimbledon 2003'te Leander Paes'le karışık çiftlerde, 50. yaş gününden birkaç hafta sonra 2006 Amerika Açık'ta da Bob Bryan ile yeni bir zafere ulaştı.
GEORGE FOREMAN
1968'de Mexico City'de Olimpiyat Şampiyonu olduktan sonra Joe Frazier'ı yenerek dünya ağır sıklet boks şampiyonu oldu. Muhammed Ali'ye 'ormandaki kavga'da kaybetti. 12 yıllık emeklilikten sonra 1988'de ringlere geri döndü. Michael Moorer'ı 1994'te yenerek en yaşlı (45) dünya boks şampiyonu oldu.
DİĞERLERİ:
Pele: Ünlü futbolcu New York Cosmos'la da başarılı oldu.
Niki Lauda: Geri gelip, 3. kez Formula 1 şampiyonu oldu.
Jennifer Capriati: Eski dahi çocuk, yeniden zirveye çıktı.
Steve Redgrave: Kürekçi, Sydney 2000'de de altını kaptı.
Alain Prost: Ferrari istemedi, Williams'la şampiyon oldu.
BAŞARAMAYANLAR
DIEGO MARADONA
1991'de doping testini geçemeyince 15 ay ceza aldı. Sahalara kahraman olduğu Napoli'yle değil, Sevilla'yla döndü. 94 Dünya Kupası'nda Yunanistan'a attığı golden sonra efedrin kullandığı için yeni bir ceza aldı. 1995'te Boca Juniors'la sahalara geri döndü. Kokain bağımlılığı ve karışık özel hayatıyla dillerden düşmeyen 'El Diego', 1997'de futbolu son kez bırakmak zorunda kaldı.
MUHAMMED ALİ
Vietnam Savaşı'na gitmediği için eldivenleri elinden alınan efsane boksör, üç yıl ringlere çıkamadı. Cezası kaldırıldıktan, George Foreman'ı yendiği ünlü maça kadar olan süreç, Ali için muhteşem bir geri dönüş sayılabilir. Yine de Ali'nin ikinci geri dönüşünün karnesi zayıf. 1979'da emekli olduktan sonra 1980'de dünya şampiyonu Larry Holmes'e meydan okudu; ilk kez nakavt oldu. Ertesi yıl da hakem kararıyla Trevor Berbick'e yenildi.
MARK SPITZ
1972 yılında Münih'te yedi altın madalya kazanarak Olimpiyat tarihine geçen Mark Spitz, 1992 Barcelona öncesi seçmelere katıldı. ABD Yüzme Takımı'nın seçmelerinde takıma girmek için gereken derecenin iki saniye gerisinde kalınca, sporculuk kariyerini noktaladı. Spitz'in Olimpiyat'ta en çok altın madalya kazanan sporcu rekorunu da Phelps kırdı.
BJORN BORG
İsveçli efsane tenisçi 26 yaşında emekli olana kadar, kariyerine 11 Grand Slam turnuvası zaferi sığdırdı. 18 yaşında Fransa Açık'ı kazanan Borg, 1991'de artık demode olmuş tahta raketleriyle geri dönmeye karar verdi. İki yıl boyunca hiç maç kazanamadı. Galibiyete en çok yaklaştığı 1993'teki Alexander Volkov maçından sonra emekliliğe geri döndü.
SUGAR RAY LEONARD
Tarihin en iyi orta sıklet boksörlerinden Sugar Ray Leonard, geri dönüşlerin kralıydı. Beş defa boksu bırakıp geri döndü. Başarılı sonuçlar aldıysa da 40 yaşındayken eski hafif sıklet şampiyonu Henry Camacho'ya beş rauntta kaybedince eldivenini son kez astı.
DİĞERLERİ:
Magic Johnson: Geri döndüğünde farklı bir role geçti
Shawn Kemp: Eski NBA yıldızı, İtalya'da tutunamadı.
Martina Hingis: Geri dörnüşü eski parlak günlerini arattı.
Katarina Witt: Artistik patinajın yıldızı, 1994'te 7. olabildi.
Mike Powell: Rekortmen uzun atlamacı da başaramadı.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

ASLA YALNIZ YÜRÜMEYECEKSİN


Doğan ÇİL / AKŞAM
İnsanoğlu hiçbir zaman, elindekilerle yetinmez. Hep daha fazlasını, daha iyisini ister. Oysa istemenin sonu yoktur. Arabanın daha iyisi, evin daha iyisi vs... Bu yaşanan tam anlamıyla çılgınlık ve deliliktir.. İnsan, sistemin pompaladığı tüketim anlayışı içinde, vicdanını kaybedip, vahşileşir... Aslında budur dünyayı kasıp kavuran savaşların nedeni, kardeşin kardeşe, komşunun komşuya düşman olmasının nedeni... Vicdanı olmayan, sorgulamaz, kafasını kaldırıp, ne kadar şanslı olduğunu görmez... Oysa bir görebilse, sağlıklı yaşamanın ne kadar büyük nimet olduğunu, sonu gelmeyen isteklerin anlamsızlığını... Bazen özbenine dönebilmesi için insanoğlunun, birisinin kalkıp haykırması gerekir, "Kendinize gelin, bakın ne kadar şanslısınız, yürüyebiliyorsunuz, koşabiliyorsunuz, daha ne istiyorsunuz" diye... İşte Murat Dural böyle haykırdı bizlere... Şöyle bir silkindirdi, insanlığımızı hatırlattı.... Bir gaziydi, vatani görevini yaparken ayakları soğuktan donmuş ikisi de bileklerinin hemen altından kesilmek zorunda kalmıştı... İsteği son derece insaniydi... Çok sevdiği, hayran olduğu Alex de Souza'nın ayak kalıplarından yapılacak protezle, tekrar yürüyebilmek, koşabilmek, top oynamak... AKŞAM Gazetesi, onun bu haykırışına tercüman oldu... Ve şimdi o çok mutlu... İlk kez dünyada bir sporcunun ayakları kopyalandı, ilk kez Türkiye'de çift ayak kopyalanması yapıldı. Aradan geçen zamanda protezlerine yavaş yavaş uyum sağladı, evinde büyük bir azimle çalıştı. Şimdi de Fenerbahçe Yönetimi'nin kendisine tahsis ettiği Dereağzı Tesisleri'nde antrenman yapmaya başladı... Mutluğu gözlerinden okunuyordu, idmanı bittiğinde, yanına gittik ve hemen anlatmaya başladı: "Daha önce kullandığım protez ayaklar, bana yürümenin dışında pek fazla yardımcı olmuyordu. Yeni protezlerim, koşma, zıplama, top oynama, şut atma ve güncel hayatta lazım olabilecek her şeyde sınırsız bir hareket özgürlüğü veriyor. Bugün ilk defa bir futbol sahasında idmana çıkıyorum, bu benim için inanılmaz bir olay. Şu anda çalıştığım Dereağzı Tesisleri, benim için kutsal topraklar. Burada yaklaşık iki ay her gün antrenmana çıkacağım. Daha sonra Alex ve diğer oyuncularla inşallah Samandıra'da bir araya geleceğiz. Konuyla Aykut Hocam ilgileniyor. Hazır duruma geldiğimde temasa geçip gerekli organizasyonu yapacağız." Yaşadıklarını "Rüya gibi" sözleriyle değerlendiren Dural, "Başıma gelen bu güzel şeyleri, Avrupa'nın önde kulüplerine mail atarak bildirdim. Bana ilk dönen kulüp Liverpool oldu... Onlara Liverpool taraftarının tribünde söylediği "You Will Never Walk Alone (Asla yalnız yürümeyeceksin)" şarkısının bir benzerinin Fenerbahçe'de de olduğunu ilettim: "Beraber yürüdük biz bu yollarda, beraber yürüdük yağan yağmurda.." Yazdıklarımdan çok etkilendiler, gönderdikleri mesajda "Yaşadıkların gerçekten inanılmaz, kulübünün sana sahip çıkması da müthiş. Her zaman senin yanında olmaya hazırız" dediler ve mesajı "You Will Never Walk Alone" sözüyle bitirdiler" diye konuştu. Murat Dural, Türk toplumunun kanayan yarasına parmak basmayı da ihmal etmedi: "Türkiye'de benim durumumda ya da zihinsel olarak 8-9 milyon engelli var. Bu insanlara, kaderlerine boyun eğmek yerine, istenirse neler yapılabileceği konusunda güzel bir örnek olduğumu düşünüyorum. Benim durumumdaki bir insan için, yürümek, koşmak tamamen zihinsel bir konu. Bunu önce zihninde gerçekleştirmek gerekiyor. Şu da unutulamamalı; fiziksel engelli olmak, her an herkesin başına gelebilecek bir durum. Bunu ben askerde yaşadım. Ancak, trafik kazası da olabilirdi, ya da başka bir şey. İnsanlar, her an böyle bir şeyin başına gelebileceğini bilerek, engelli vatandaşlarımıza daha fazla destek olmalı, onları kendileri gibi kabul etmeli."

Beri seri katil zannettiler
Murat, yeni protezlerinin yapılması sonrası başından geçen ilginç bir olayı anlattı: Kalıplar alınıp, protezler yapıldıktan sonra, Park Orman'a spor ayakkabısı almak için gittim. Protez ayaklarım çantanın içinde güvenlik cihazından geçerken görevli kız, çığlıklar atmaya başladı. Çanta xrey cihazından geçerken, çantanın içinde iki çift ayak gören kız çok fena korkmuştu. Etrafım bir anda sarıldı, beni seri katil zannetmişlerdi. Düşünün, çantasında iki çift ayak olan bir adam.. Durumu güvenlikçilere anlatmamız bir hayli zor oldu. Ama sonunda anladılar. Çantamı alıp içeri girerken, güvenlikçi kız arkamdan hala korku dolu gözlerle bana bakıyordu.


Sakat mısın be kardeşim!
"Normal hayatta daha önceki takma ayaklarımla özürlü olduğum anlaşılıyordu" ifadelerini kullanan Murat Dural, yeni protezleriyle artık bunun anlaşılmadığını dile getirdi. Dural, "Trafik ışıklarında biraz ağır hareket edince hemen şoför arkadaşlar, 'Sakat mısın be kardeşim' diye bağırıyor. Ben de 'Evet' cevabını verince şaşkınlıkla bana bakıyorlar. Ama onlar da haklılar sonuçta, ortada engelli olduğumu belli eden bir şey yok. Böyle olayları şu sıralar güncel hayatımda çok sık yaşamaya başladım" şeklinde konuştu.

Hikayesi film oluyor
Murat Dural, yaşadıklarının belgesel yönetmeni Okan Altıparmak tarafından filme çekileceği müjdesini de verdi. Dural, "Okan Altıparmak, bu hikayeyle yakından ilgileniyor. Şu anda taslak senaryo hazır, üzerinde çalışmalara devam ediliyor. Yaklaşık 2 yıllık bir çalışma sonrasında bir film yapılması gündemde. Bu hem Fenerbahçe'nin tanıtımı açısından hem de benimle benzer durumda olan insanlar açısından çok büyük bir olay olacak" dedi.


Futbolcu seçmesi mi var abi?
Murat Dural, Fenerbahçe Kulübü'nün Dereğazı Tesisleri'nde ilk antrenmanına çıktığında, sarı lacivertli bayan basketbol takımı da kondisyon idmanı yapıyordu. Sahada koşan basketbolculardan birisi Murat'ın fotoğraflarını çektiğimi görüp, yanıma geldi... "Ağabey, hayrola neden fotoğraf çekiyorsun. Yoksa futbol seçmeleri mi var?" diye sordu... Murat'ın Alex'in ayaklarından alınarak yapılan yeni silikon kalıp protezi o kadar mükemmeldi ki, fiziki durumu asla belli olmuyordu... Bunu Murat'a anlattığımda o da çok sevindi. Basketbolcu ise şaşkınlığını gizleyemedi.

İşte o şarkının sözleri
Liman işçileri tarafından kurulan Liverpool, İngilizlerin en köklü kulüplerinden birisi olmasının yanı sıra taraftarının özelliği ile de M.United, Chelsea gibi kulüplerden farklıdır. Taraftarları onları hiçbir yerde bırakmaz ve her maçta "You Will Never Walk Alone" şarkısını söylerler. Liverpool, artık bu şarkıyla özdeşleşmiştir...
You Will Never Walk Alone
(Asla Yalnız Yürümeyeceksin)
Hayatın yollarında
Güneşin ışıkları da vardır yağmur da
Güller de vardır dikenler de..
Kahkaha da sancı da
Kilometrelerce yürürken
Çok sert dağlar da çıkar önüne
Çöller ve çok derin vadiler de.
Bazen çok hoştur yürüyüş.
Bazen fırtınalar eser..
O fırtınalı yollarda
Mucizeler de vardır korkular da.
Sevgiyle coşarsın hep
Bazen göz yaşların damlar.
Bazen eğilirsin bazen geriye düşer.
Hatalar yapılmak içindir
Dersler öğrenmek için.
Ama istiyorum ki hiç unutma..
İstiyorum ki hep bil..
Asla yalnız yürümeyeceksin.
İnandığın sürece!..

2 Ağustos 2009 Pazar

BİLGE SAVAŞÇI


Sir Bobby Robson

Rakibini sakatladığı bir pozisyon sonrası, hakem kart göstermemesine rağmen kendi kendini oyundan atacak kadar vicdan sahibi bir futbolcu. Jose Mourinho'ya ilham kaynağı olacak kadar, büyük bir isim. Kulüp tarihinin en başarılı dönemlerini yaşattığı Newcastle United'dan haksızca gönderildiğinde halefine tavsiyelerde bulanacak kadar alçakgönüllü, kariyeri başarılarla dolu bir teknik adam... Sir Bobby Robson.... Yazdığımız bu küçük anekdotlar bile Robson'un sadece futbolcu kişiliği ile değil, aynı zamanda insani yönüyle de ne kadar önemli bir şahsiyet olduğunu gözler önüne sermeye yeter de artar bile... Ancak kansere karşı verdiği ve en sonunda da ne yazık ki yenik düştüğü destansı mücadeleyi anmazsak, hem yazımız eksik kalır, hem de onu tam anlamıyla tanıyamayız... Peki kim bu, "Küçük dağları ben yarattım" edasındaki İngilizlerin içinden çıkan mütevazı futbol ermişi, kişiliği ve dehasıyla kraliyet ailesinin bile takdirini kazanan spor adamı? Gelin bir göz atalım yakın tarihin tozlu sayfalarına ve Robson'u biraz olsun anlayamaya çalışalım.
Bobby Charlton, Alex Ferguson gibi "Sir" unvanını taşıyan ve onlar gibi İngiltere futbolunun dünyaya kazandırdığı en önemli isimlerden birisi olan Bobby Robson 1933'de dünyaya geldi. Sağ kanat oyuncusu olarak sürdürdüğü kariyerinde 1950-1956 ve 1962-1967 yılları arasında Fulham, 1956-1962 yılları arasında West Bromwich Albion takımlarında forma giydi... 20 kez çağrıldığı İngiltere Milli Takımı'nda da 1958'de İsveç'de düzenlenen Dünya Kupası'nda görev yaptı. Ancak Robson'u, Rabson yapan asıl şey ise teknik adamlık kariyeri oldu... 1967'de Kanada'nın Vancouver Whitecaps takımını çalıştıran Bobby Robson, 1968 Fullham'ın başına geçti. Ancak beklenen başarıyı yakalamadı. İlk büyük çıkışını ise İpswich Town'da gerçekleştirdi. O zamanın genç menajeri 1969-1982 yılları arasında görev aldığı İngilizlerin mütevazı takımı İpswich'e tarihinin en büyük başarılarını yaşattı. İpswich Tawn Robson'un görevde olduğu süre için de hep İngiltere Ligi'nin üst sıralarında yer aldı. Çoğunlukla genç oyunculardan oluşan kadro ile 1978 yılında FA Cup ve 1981 yılında ise finalde Hollanda ekibi AZ Alkmaar'ı yenerek UEFA Kupasını kazandı. Bu başarısı Robson'a İngiltere Milli Takımı'nın yolunu açtı. 1982 yılında yeni görevini başlayan Robson, takımını 1984'de Avrupa Şampiyonası'na taşıyamadı. İngiltere 1986'da Meksika'da düzenlenen Dünya Kupası'nda ise Arjantin'le tartışmalı bir golle boyun eğerek, çeyrek finalde elendi. Bu maçın ilginç bir öyküsü vardır: İngiltere ve Arjantin arasında o dönemde Falkland Adaları yüzünden savaş yaşanmıştı. Burunlarının dibindeki adalar için yapılan savaşı kaybeden Arjantinlilerin gururu kırıktı. Çeyrek final maçında Maradona İngilizleri elle attığı golle saf dışı bırakacak ve daha sonra da hala konuşulan "Tanrı'nın eli" yorumunu yapacaktı. Neyse biz hikayemize dönelim... 1988 Avrupa Şampiyonası'na ilk turda veda eden Robson'un İngilteresi, 1990 İtalya Dünya Kupası'nda 4. olarak uzun bir dönemin ardından dereceye girmeyi başardı. Bu başarının hemen ardından PSV Eindhoven teknik direktörlüğüne getirilen Robson, yeni takımı ile üst üste iki Hollanda şampiyonluğu yaşandı. Tecrübeli çalıştırıcının Portekiz serüveni ise oldukça ilginçti. 1992'de Sporting Lizbon'un başına geçen Robson, takımı ligde lider olmasına rağmen, Avrupa kupalarından elendiği gerekçesiyle 1993'ün aralık ayında görevinden uzaklaştırıldı. Lizbon'dan intikamını almak için bir yıl beklemesi gerekiyordu. Robson, 1994 sezonun ortasında Porto'dan aldığı teklifi kabul etti. Sezon sonunda finalde eski takımı Sporting Lizbon'u yenerek Portekiz Kupası'nı havaya kaldırdı. Daha sonra üst üste iki lig şampiyonluğu yaşadı. Portekiz'e kadar gelmişken Barcelona'ya da uğramamak olmazdı. 1997 yılında Katalan ekibine Avrupa Kupa Galipleri Kupası ve İspanya Kral Kupası'nı kazandırmasına rağmen, lig şampiyonluğunu kaçırdığı için görevini Louis Van Gaal'a teslim etti. Ancak kulüp içinde kalarak, transferden sorumlu direktör oldu. Bu dönemde Ronaldo'nun dünya futbol vitrinine çıkmasında başrol oynadı.. 1998-1999 sezonunda bir kez daha PSV'yi çalıştıran Robson, hemen ardından 6 yıl süren Newcastle United macerası başladı. Newcastle'de başarılı ama kupasız geçen dönem sonrası, kulüp yönetimi tarafından yeni bir atılım gerektiği bahanesiyle görevinden uzaklaştırıldı. Newcastle onun ayrılmasının ardından bir daha iflah olmadı, giderek kan kaybetti ve geçen sezon Premier Lig'e veda etti... Mizah anlayışı da son derece gelişmiş olan Bobby Rabson'un "Eğer beyaz mendiller sizin için kalkıyorsa o zaman bir ihtimal takımın başında kalabilirsiniz. Ancak mendiller başkan için kalkıyorsa, bavulları acele toplamalı ve hızla gitmelisiniz" sözleri futbolseverlerin hafızalarına kazındı.
Sir Robson, futbol kariyeri kadar kansere karşı verdiği mücadele ile de tüm dünyanın takdirini kazandı. Bu nedenle Sir unvanının yanına "Bilge savaşçı" payesi verilen İngiliz menajer, 1955 yılında Elsie Robson'la evlendi. Andrew, Paul ve Mark isimli üç çocuğu bulunan Robson, 1991'de kansere yakalandı. Bağırsak, deri kanseri ve beyninde çıkan tümör nedeniyle defalarca ameliyat masasına yatan Bilge Savaşçı, asla pes etmedi. Bir kenara çekilip, sonunu beklemek yerine, sahalarda teknik direktör olarak boy göstermeye devam etti. Sir Bobby Robson Foundation isimli kanser araştırma kurumunu kurarak, amansız hastalıkla mücadelesini bir ileri safhaya taşıdı. Böylece diğer kanserli hastalara da umut ışığı oldu. Kanser nedeniyle hayata gözlerini yumduğunda 76 yaşındaydı... Efsanevi futbol adamı, geriye başarılı bir kariyerin ötesinde, insanların ibretle takip edip, çok şey öğrenebileceği bir hayat hikayesi bıraktı. Aslında bugünlere gelmesinde büyük pay sahibi olduğu Jose Mourinho'nun sözlerini onu çok güzel bir şekilde özetliyordu: "Robson'u her zaman hayata karşı olan azmiyle hatırlayacağım."



1 Ağustos 2009 Cumartesi

Robson anısına

Bizi fena kandırıyorlar
Ne kadar cahil kalırsan, o kadar kaderci o kadar itaatkar olursun… Bu yüzden Türkiye gibi ülkelerde işçiye, emekçiye nefes aldırmazlar… Ekonomik sorunlarla öyle bir gark ederler ki, sesini bile çıkaracak takatın kalmaz. Bu yüzden eğitimi içinden çıkılmaz bir kabusa dönüştürürler. İlkokuldan tut, üniversiteye kadar öğrettikleri kocaman bir hiçtir. Ya ekonomik nedenlerle okuyamazsın ya da okusan da bir şey öğrenemezsin… Hiçbir şey bilmeyen istemeyi, hakkını aramayı da bilemez. Ne yazık ki, 1950 sonrası iktidarların ve o dönemden itibaren filizlenmeye başlayan sermayenin politikası bu olmuştur… Türk toplumunun 60’a yakın yılda ürettiği yegane şey koskoca bir hiçtir… Hiçlik, devlet kurumlarından tutun da özel sektöre kadar her yerin ruhuna işlemiş, Türk basını da payına düşeni fazlasıyla almıştır. Maalesef dünyanın sporunu 2+1 büyük kulübe endekslenmiş gidiyoruz… Günü kurtarmaya yönelik sistem nedeniyle, yalanla doldurulan sayfalar, resmen koskaca bir halkın beynine tecavüz ediyor, ama kimse sesini çıkarmıyor... Kafamızı şöyle bir kaldırıp, dünyada neler olup bittiğine bakmıyoruz. Futbolun bilge savaşçısı ölüyor, gazeteler küçük haberlerle geçiştirip gidiyor. Oysa yazılacak, öğrenilecek ne kadar çok şey var… Araştırmak, bulduklarını yazmak zahmetine katlanmak mı? Hadi canım sende… 2+1 büyüklerden birkaç yalan atarsın iş biter… Uyanın artık millet bizi çok fena kandırıyorlar….
Not: Sir Bobby Robson yazısı çok yakında...

30 Temmuz 2009 Perşembe

YILDIZLARIN İLK AŞKLARI


Kobe Bryant'ın futbolcu olduğunu düşünebiliyor musunuz? Ya da Usain Bolt'u kritekçi, Aykut Kocaman'ı, Isinbaeva'yı jimnastikçi, Hakan Şükür'ü basketbolcu... Belki de spora başladıkları branşta devam etseydiler, onları hiç tanıyamayacaktık. Belki de Bryant, basketbolcu değil de futbol yıldızı olarak karşımıza çıkacaktı. Bir de bir koltukta iki hatta, üç dört karpuz taşıyanlar var... Jenson Button, Can Bartu, Rıza Zeki Sporel gibi... Hepsinin hikayesi sıra dışı ve son derece ilginç... Gelin sporun parlayan yıldızlarının ilk aşklarına şöyle bir göz atalım...

MİCHAEL JORDAN
NBA resmi sitesine göre, "Oybirliğiyle, Michael Jordan tüm zamanların en büyük basketbolcusudur." Ancak majestelerinin çocukluk yıllarında rüyalarını süsleyen spor, basketbol değil beyzboldu. 13 Şubat 1963'de New York Brooklyn'de doğan tam ismiyle Michael Jeffrey Jordan, Kuzey Carolina eyaletinin küçük sahil kasabası Wilmington'da büyüdü. Basketbola başladığından tam 12 yaşındaydı ama aynı anda beyzbol takımıyla küçükler liginde oynuyordu. Jordan ligin final maçında çok iyi bir performans gösterip, sayı kaydetmesine rağmen, takım olarak maçı kaybettiklerinden şampiyonluğu kaçırdı. Michael'in basketbol aşkına karşılık, babası James Jordan basketbolu seviyordu ve 5 çocuğuna bu sevgiyi aşılamak için evlerinin arka bahçesine potalar dikti... Biraz da baba zoruyla basketbola odaklanan efsanevi yıldız, Nort Carolina'daki çekici performansının ardından 1984 draftında Chicago Bulls'a transfer oldu. Stili, yenilmezliği ve liderliği ile tüm dünyayı kendisine hayran bıraktı. Ancak 1993-94 sezonu başlarken aniden çocukluk aşkına dönerek profesyonel olarak beyzbol oynamaya başladı. 95-96 sezonunda NBA'ye dönüp, Chicago ile üç şampiyonluk daha yaşadı. 1998-99 sezonunda, Jordan tekrar basketbolu bıraktı, ikinci dönüşünde (2001-02) son durağı Washington Wizards oldu.

KOBE BRYANT
23 Ağustos 1978'de Pheladelphia'da doğdu... Ailesi ismini, Japonya'nın Kobe şehrinde bir restoran menüsünde gördükleri biftekten etkilenerek koydu.. Kobe, 6 yaşındayken Philadelphia 76ers'ın oyuncusu olan babası Joe 'Jellybean' Bryant'ın İtalya'da bir takıma transfer olmasıyla ailesi ile birlikte Çizme'nin yolunu tuttu. Kısa sürede İtalyanca ve İspanyolca öğrendi. İtalya'da meşin yuvarlakla tanışan Kobe, AC Milan'a ilgi duyup, futbola başladı. Bryant ve ailesi 1991'de ABD'ye döndü. Lakers'ın yıldızı, bir keresinde "İtalya'da kalsaydım, futbola devam edip, profesyonel olurdum" açıklamasını yaptı.

STEVE NASH
7 Şubat 1974 yılında Güney Afrika'da dünyaya gelen Steve John Nash'ın babası profesyonel futbolcuydu. Aldıkları bir davet ile Kanada'ya yerleştiler ve bu ülkenin vatandaşı oldular. Steve ve kardeşi Martin babalarının yolunda ilerliyordu. Bu yüzden Nash'in futbola sevgisi ve yeteneği yadırganamazdı. Öyle ki babası ilk doğum gününde hediye olarak ona futbol topu almıştı. İlk kez basketbolla 8 yaşında tanıştı ve bir organizasyonda forma şansı buldu. O yıllarda annesi onun bir gün NBA yıldızı olacağına inandığını söylemişti. Takip eden yıllarda öğrenimi St. Michaels Üniversitesi'nin kolejinde devam ettiren Steve Nash, burada çocuklar dalında en değerli futbol oyuncusu seçildi. Ancak çocukluk rüyalarını elinin tersiyle itip, basketbola odaklandı. Phoneix Suns tarafından 1996 yılında 15. sıradan draft edildi. Hızını ve çabukluğunu futboldan almıştı... Ortaya koyduğu performansla NBA'in en iyi guardlarından birisi oldu...

ALLEN IVERSON

NBA'in haşarı çocuğu 7 Haziran 1975'te Virginia Hampton'da dünyaya geldiğinde annesi henüz 15 yaşını doldurmamıştı. 1997 yılında Sixers forması giyerken, babasının, sevgilisini bıçaklaması skandalı patlak verinceye kadar ondan haberi bile yoktu... NBA'ye adım atmadan önce açlık sırında yaşamış, her yönüyle ilginç bir yıldızdı. Amerikan futbolu Allen'in ilk göz ağrısıydı. Ancak annesinin zoruyla basketbolcu oldu. Lisede okulun hem basketbol hem de amerikan futbolu takımında yer aldı. İki takımda da İki takımda da eyalet şampiyonluğu yaşadı ve Virginia' daki liseler arasında en değerli sporcu ödülüne layık görüldü. Arkadaşları ile kutlama yaparken, ırkçı bir grupla çıkan kavga sonucu çete kurmak suçlamasıyla tutuklandı 5 yıl hapse mahkum edildi. Kavganın çıktığı bowling salonunda görüntüsü olmamasına rağmen, hakimin davalılardan birini yakını olması nedeniyle hapis yolunu tuttu. Baskılar sonucu 4.5 ay sonra valinin özel izniyle ceza evinden kurtuldu. Bu olay ona birçok üniversitenin yolunu kapattı. Amerikan futboluna karşı basketbolu tercih eden Iverson'a kapılarını açan Georgetown Üniversitesi koçu John Thompson oldu. Hayatı boyunca eksikliğini hissettiği baba rolü için Thompson biçilmez kaftandı. Irkçıların tepkisine onun sayesinde göğüs gerdi ve yine koçu sayesinde 1996'da NBA'in yolunu tuttu.

MEHMET OKUR
Aile kökeni bir yandan Bosna'ya, diğer taraftan Kafkasya ve Ukrayna'ya dayanan Mehmet Okur, dünyaya gözlerini 29 Mayıs 1979 tarihinde Yalova'da açtı. Mehmet, çocukluk yıllarında uzun süre kaleci olarak futbol oynadı. Basketbol yeteneği çok geç kabul edilecek 14 yaşında keşfedildi. Ünlü antrenörlerden Nihat İziç, geleceğin NBA yıldızını geliştirmek için özel olarak ilgilendi. Oyak Renault kulübünde başlayan kariyerini hala NBA'de Utah Jazz'da devam ettiriyor. ABD'deki ilk takımı olan Detroit Pistons'da şampiyonluk yüzüğünü parmağına takarak, dünyanın en önemli basketbol liginde ayrıcalıklı oyuncular sıfına girdi. Ayrıca All Star unvanını alan ilk ve tek Türk olma onurunu yaşadı. Detroit'ten, Jazz'a geçerken sezon başına 9.5 milyon dolardan 5 yıllık mukavele imzalayarak elde ettiği "En çok kazanan Türk sporcusu" unvanını, geçtiğimiz ay, Toronto Raptors'a 53 milyon dolara transferi gerçekleşen Hidayet Türkoğlu'na kaptırdı.

ELENA İSİNBAEVA
Sırıkla atlamada, rakipsizliği ve üst üste kırdığı rekorlarla adı dişi Sergei Bubka'ya çıkan Elena İsinbaeva, baba tarafından Dağıstanlı'dır.. 3 Haziran 1982'de Rusya'nın Volgograd kentinde dünyaya gelen 5 yaşından 15 yaşına kadar jimnastikçi olarak çalıştı. Boyunun uzunluğu (1.74 metre) nedeniyle bu spordan uzaklaşmak zorunda kaldı. Başarıları kadar, güzelliği ve sempatikliği ile de hafızalarda yer edinen Rus atlet, İlk altın madalyasını 1999'da Dünya Gençler Oyunları'nda 4.10 metre atlayarak kazandı. Sırıkla atlamada birinciliklere ambargo koyan İsinbeava'nın 5 yıllık geçilmezlik unvanına ise geçtiğimiz Temmuz ayında yapılan Londra Grand Prix'sinde Polonyalı atlet Anna Rogwska son verdi.

USAİN BOLT

Jamaika'nın dünya atletizmine sunduğu son yıldız Usain Bolt, 21 Ağustos 1986 Trelawry doğumlu... Müthiş sürati kadar, sempatik tavırlarıyla da gönüllerde taht kurmayı başaran ünlü atlet, spor kariyerine kriketçi olarak başladı. Ancak o kadar hızlıydı ki, bu yeteneği krikette harcansa belki de yazık olacaktı. Boltun, bu yeteneğini keşfeden kriket hocası, onu atletizme yönlendirdi. 2008 Pekin Olimpiyatları'nda 9.69'la dünya rekoru kırdığı 100 metre yarışında o kadar rahattı ki, son 10-15 metrede hızını keserek zaferini kutlamaya başlamıştı bile. Böyle yapmasaydı, rekorun 9.60'ın altına inmesi işten bile değildi. Bolt, Pekin'deki başarısını 200 metrede 19.30'la kırdığı ikinci dünya rekoruyla taçlandırdı.

HAKAN ŞÜKÜR

Arnavut kökenli bir ailenin çocuğu olan Hakan Şükür'ün resmi doğum tarihi 29 Temmuz 1971. Ancak futbol aşığı olan babası Sakaryaspor'la kampta bulunması nedeniyle nüfus kaydı ancak 1 Eylül tarihinde yapılabildi. Baba Sermet Şükür, dizlerindeki rahatsızlık nedeniyle yeşil sahalardan erken kopmuştur. Bu yüzden Hakan'ın futbolcu olmamak gibi bir terciği söz konusu değildir. Çünkü baba Şükür'ün en büyük ideali, futbolda yapmadıklarını oğlunun gerçekleştirmesidir. 8. yaşında Sakaryaspor'un alt yapısına kaydolan Hakan, futbolla beraber okul takımda basketbol da oynadı. Okuluyla Türkiye şampiyonasına katıldığında salonda TRT spikeri Tansu Polatkan'ı görünce çok heyecanlandığını çok sonraları bir söyleşide anlattı. Ayrıca o dönemde Günaydın Marmara Gazetesi tarafından Marmara bölgesinin en iyi basketbolcusu seçildi. Futbol ve basketbolun yanı sıra atletizmde de başarılı oldu. 100 metre, uzun atlama, 4x4 bayrak yarışında birincilikler elde etti. Çocukluk arkadaşı Bülent Uygun'un babası, Güreş Milli Takımı'nda antrenörlük yaptığı için, Yavuz Erçalan, Kenan Çınar, Erol Kemah ve Serhat Karadağ gibi ünlü güreşçilere antrenman yapma fırsatı yakaladı. Bu antrenmanlar onun fizik gücünün gelişmesinde önemli rol oynadı.. Babası nedeniyle futbol alternatifsiz bir branş olarak karşısında duran Hakan Şükür, Sakaryaspor'la başladığı ve Galatasaray'la zirveye çıktığı kariyerini Torino, Inter, Parma ve Blakburn Rovers takımlarında sürdürdü. Futbola son noktayı yine Galatasaray'da koydu... Emekliye ayrılırken ardında birçok rekor bıraktı. Hem Galatasaray'ın hem Türk Milli Takımı'nın hem Türkiye Ligi'nin, hem de Türk futbol tarihinin en fazla gol atan futbolcusu unvanını aldı. Kariyeri boyunca toplam 395 kez fileleri havalandırıp, (249 Türkiye Ligi, 9 Seria A, 2 Premier Lig, 51 'A Milli', 5 'Ümit Milli', 1 'A Genç', 2 'B Genç', 4 'Olimpik Milli', 22 Şampiyonlar Ligi, 12 UEFA Kupası, 4 Kupa Galipleri Kupası, 25 Türkiye Kupası, 5 Cumhurbaşkanlığı Kupası, 3 TSYD Kupası, 1 Başbakanlık Kupası) unutulmazlar arasına adını altın harflerle yazdırdı.

AYKUT KOCAMAN
Türk futbolunun golcülüğü kadar, efendi kişiliği de unutulmaz isimleri arasında yer alan Aykut Kocaman spora jimnastikçi olarak ilk adımını attı. Ancak hocalarının "Çok iyi jimnastikçi olur" dedikleri efsane yıldız, onlara rağmen futbola yönelmeyi tercih etti. Spora amatör Altınmızrak kulübünde başlayan Aykut'un yıldızı Sakaryaspor'da parlaşmış sonrasına da ise Fenerbahçe'ye transfer olmuştur. Sarı lacivertli forma altında 212 maçta 140 gole imza atmış, ayrıca 200'ler kulübüne girme onurunu yaşamıştır. Üç kez Türkiye Ligi gol kralı olan yıldız futbolcu, 1995-96 sezonunda Ali Şen tarafından Oğuz Çetin ile birlikte Fenerbahçe'den uzaklaştırılmış, daha sonra İstanbulspor'da forma giymiştir. Teknik direktörlük kariyerinde de belli bir çizginin üzerine çıkmayı başaran Aykut, halen Fenerbahçe'de sportif direktör olarak görev yapıyor.

MEHMET YILDIZ

Yozgat'ta 14 Eylül 1981 tarihinde dünyaya gelen Mehmet Yıldız, fiziği ile futbolcudan çok güreşçiye benzemektedir... Gerçekten de güçlü fiziğini güreşe borçludur. Çocukluk dönemi ve gençliğinin ilk yıllarında ata sporuyla uğraşan Yıldız, futbola amatör küme takımlarından Tigem'de başlamış, sırasıyla Sivasspor, Telekom, tekrar Sivasspor, Antalyaspor ve İstanbulspor ve üçüncü kez Sivasspor formalarını giymiştir. Kariyeri boyunca inişli-çıkışlı bir çizgi izleyen Mehmet, Sivasspor'a son gelişinde büyük patlama gerçekleştirmiş, Yiğido efsanesinin doğuşunda önemli rol oynamıştır. Milli Takım içinde geç keşfedilen yıldızlarından birisi olmuştur.

JENSON BUTTON
19 Ocak 1980 doğumlu İngiliz pilot, Formula 1 öncelikli olmak kaydıyla, iki zor sporu bir arada yürütebilen ender isimlerden birisi... F1 kariyerine Williams'ta başlayan, Honda'nın pistlerden çekilmesiyle Brawn GP adını alan yeni takımında pilotlar klasmanında lider durumda bulunan Button, aynı zamanda bir triatloncu... Jim Clark ve Michael Schumacher ile birlikte bir sezonda ilk 7 yarışın 6'sını kazanan üç pilottan biri olan İngiliz sürücü; yüzme, bisiklet ve koşma dallarından oluşan triatlonda da hatırı sayılır bir başarıya sahip. F1 pilotu ve Ironmen unvanları bir arada taşıyan Jenson, triatlondan elde ettiği gelirleri hayır kurumlarına bağışlıyor.

CAN BARTU

Birden fazla sporla uğraşan sporcuları yazarken, Sinyor'u anmazsak haksızlık yapmış oluruz... İstanbul'da 30 Ocak 1936 tarihinde spora Fenerbahçe'de basketbola başlayan Can Bartu, Fikret Arıcan'ın sayesinde futbolda da atından başarıyla bahsettirdi. 1961'de İtalya'nın Fiorentina takımına transfer oldu. Daha sonra Venezia ve Lazio'da da oynadı. Teknik ve zarif oyunu ile iz bıraktı. 1967'de Fenerbahçe'ye döndü. Sarı-Lacivertli forma altında 326 maç oynadı, 162 gol attı. Türkiye - Romanya maçında kaleci Turgay Şeren'in sakatlanması üzerine kaleye geçti. Ve bu tecrübesinde 1 gol yedi. (1958-Son 7 dakika). Avrupa kupalarında final maçı oynayan ilk Türk futbolcusu oldu. (Fiorentina-Atletico Madrid) milli formayı 26 kez giydi ve 6 gole imza attı. Ezeli rakip Galatasaray'a aynı gün basketbolda 28 sayı, futbolda da 2 gol atarak tarihe geçti. Halen spor yazarlığı yapan efsanevi yıldıza, şık giyimi nedeniyle İtalyan futbolseverler "Sinyor" lakabını takmıştır.

ZEKİ RIZA SPOREL
1898 doğumlu Zeki Rıza Sporel'in adı Fenerbahçe ile bütünleşmiştir. Sarı lacivertli formayı 18 yıl boyunca giyen 352 maçta 470 gol kaydeden Sporel, 26 Ekim 1923'te Romanla ile oynadığımız ve 2-2 berabere kaldığımız maçta da fileleri iki kez havalandırarak, Milli Takımımızın ilk gollerini kaydeden isim oldu. Soyadı kanunu çıktıktan sonra soyadı bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından verilen Sporel, futbolun yanı sıra tenis dalında da Türkiye'yi temsil etti. Kariyerini 1934 yılında sonlandıran Zeki Rıza Sporel, Su Sporları Federasyonu ve Fenerbahçe Kulübü başkanlıklarında bulundu. Türk spor tarihinin en iyi 11'ine seçilen büyük golcü, Galatasaray ağlarına tam 27 gol göndererek, kırılması güç bir rekora imza attı. Milletvekili olarak siyasete de giren Sporel, 1969 yılında vefat etti.


26 Temmuz 2009 Pazar

İnce kırmızı hat

Kemal Serdar / AKŞAM

Felipe Massa'nın başına gelen trajik kaza sonrası Formula 1 tarihine şöyle bir göz atalım dedik. Ve sizlere ses duvarına yaklaşan hızlarda seyreden bu cesur adamların ölümle aralarındaki o "ince kırmızı hattın" belirginsizleştiği anları derledik. Mevzunun özünü "araba, erkek ve yarış" dinamiklerinin oluşturması derlemenin yelpazesini de genişletiyor haliyle... Pistler neler görmedi ki, Coulthard'ın 1998'de bovling topu gibi bir hamlede 14 aracı yarış dışı bırakması, 1993 Belçika GP'sinde ölümden dönen Zanardi'nin daha sonra Indy Car'da bacaklarını kaybetmesine rağmen yarışlardan kopmaması, 1992'de yine Belçika'da meydana gelen kazada Gilles Villeneuve'nin trajik sonu bunlardan bir kaçı. Tabii ki kazalar üzücüdür. Ama öyle iki pilot vardı ki, onların hikayesi Formula 1 severlerin yüreklerini acıtacak, cinstendi: Niki Lauda ve Ayrton Senna. İkisi de F1'in gelmiş geçmiş en iyi pilotları arasında yer alıyordu. Ama kader birisine gülerken, diğerini de hayattan kopardı. Lauda, 1976 Almanya GP'sinde Ferrarisi'nin kontrolünü kaybedip, bariyerlere çarptı, ardından piste geri göndü. Alevler içinde kalan arabasına bir başka araç çarptı. Dört rakibinin güçlükle Ferrari'den çıkardığı Lauda, yüzü fena halde yanmış, ciğerleri duman ve gazdan zehirlenmiş bir şekilde hastaneye kaldırıldı. Mirasını yazması istenen ve başına rahip çağırılan efsane pilot, "Ben cehennemi zaten yaşadım peder" diyerek birkaç hafta sonra pistlere döndü. Hatta, bir sezon sonra da şampiyon olmayı başardı. Yüzündeki yanık izlerini de büyük bir gururla taşıdı. Senna ise Niki kadar şanslı değildi. Yıl 1994, yer F1'in en hızlı pisti Imola.. Ayrton'un "Çekirge" olarak tanımladığı o zamanların çaylak pilotu Barrichello'nun antrenman turlarında geçirdiği feci kaza kabusun da başlangıcı oldu. İkinci trajedi ise bir sonraki gün yaşandı. Bir başka çaylak Roland Ratzenberger, arabasının kontrolünü kaybediyor ve 315 km hızla duvara çarpıyordu. Boynu kırılan Avusturyalı pilotun spin atmaya devam ederken görünen cansız başının sallanma anı ise Formula 1'de görülebilecek en acı görüntülerden bir tanesi olarak hafızalara kazınıyordu. Pit-stopta kazayı izleyen Senna'nın da gözleri dolmuş ve Brezilyalı efsane kameralardan kaçarak ağlamıştı. 1982 yılından beri Formula 1'de ölen ilk pilot olan Ratzenberger ne yazık ki sonuncu olmayacaktı. Ertesi gün.... Senna, pole pozisyonunda başladığı San Marino Grand Prix'inde de kendine has sürüşünü sergiliyordu. Ta ki o lanetli Tamburello virajına kadar... Ve; 220 km hızla duvara çarpan Formula 1 tarihinin gelmiş geçmiş en iyi pilotu, Formula 1 tarihinin en ünlü kazasıyla aramızdan ayrılıyordu. Senna, o sabah Ratzenberger'in hayatına mal olan kaza yüzünden pilot arkadaşlarına örgütlenme çağrısı yapmış ve Formula 1 araçlarındaki güvenlik önlemlerinin arttırılması için bir şeyler yapmaları gerektiğini söylemişti. Brezilyalı efsane konuşmasıyla olmasa da ölümüyle istediklerini organizatörlere yaptırmayı başardı. Senna'nın kokpitini inceleyen görevliler ise yarışı kazanacağından emin olan Senna'nın podyuma çıktığında Avusturyalı Ratzenberger'i onurlandırmak için taşıdığı bir nesneyle karşılaşmış ve onlar da göz yaşlarına hakim olamamıştı; Avusturya bayrağı....Senna'nın hayatına mal olan kazası sonrası ortaya birçok spekülasyonlar atıldı. Bunlardan birisi de Massa'nın başına gelenlerle paralellik gösteriyordu. Brezilyalı'nın aracından kopan bir parçanın kaskını delip geçtiği ileri sürüldü ama ispatlanamadı.

23 Temmuz 2009 Perşembe

Ecclestone neden Hitler'e hayran?




Ne kadar güçlüysen o kadar faşistsin!..


İnsanlık tarihinin kısa özeti budur… Güçlü olan; güçsüzü yutar, doğanın, toplumun nimetlerinden daha fazla yararlanır… Demokrasi dedikleri aslında güçsüzün güçsüzlüğünü fark etmemesini engellemek amacıyla üretilmiş dünyanın en büyük masalıdır… Hayatın zorluğu, acımasızlığı ile mücadele ederken sıradan insanın masalın gerçekliğine inanmaktan ve onun kurallarını yerine getirmekten başka seçeneği yoktur… Güçlü olan, ulaştığı nokta gereği statükocudur.. Bu da onu faşistliğe götürür… Faşist kimliğe bürünürken, kimliğini devam ettirirken demokrasi kalkanına sığınır… Ondan güç alır ve daha da faşist olur… Bir insan ne kadar güçlüyse o kadar faşisttir. Faşist; güce tapar, ama gücünü kaybettiğinde demokrasiden medet umar. Sıradan insanlar da güçlü olmak ister. Bu yüzden faşiste özenir, ona hayran olur… Yığınlar halinde onu takip eder… Çarpık bir sosyolojik durum söz konusudur… Ortada ezilen ve ama ezildiğinin farkında olmayan milyonlarca faşistçik dolanır durur… Kapitalizm ve toplumun iliklerine kadar işlettiği tarz için güç her şeydir… Bu yüzden FOTA’nın isyanında çaresiz kalan Bernie Ecclestone; Adolf Hitler ve Saddam Hüseyin gibi olmak ister… Onlara hayranlığını dile getirip, ancak onların yaptığı gibi sorunların aşılabileceğini söyler… Bu yüzden güce tapınan Max Mosley, seks yaparken Nazi üniformasını giymiş partnerlere ihtiyaç duyar…

Unutulmayacaksın Halis Güler


Yılların gazetecisi Halis Güler... Yazıları Çukurova Grubu'na bağlı Güneş Gazetesi'nden atılmasına neden oldu. Kimileri alkışladı, kimileri (Kendilerini hıyar gibi hissedenler) ateş püskürdü, kimileri "Kahpe Bizans'ta doğruları söylemenin ne alemi var. Kendi kendini yaktı" dedi... O ise dik durabilmenin beraberinde yalnızlığı getirdiğini biliyordu. Kendisine üzülenleri "21. yüzyılda yaşıyoruz... Her şey o kadar çabuk unutulur ki şaşarsınız, sıkmayın canınızı" diyerek teselli etti. Şimdi yıllarını verdiği gazetesinden uzakta... Ancak yalnız değil... Gerçek basın emekçileri hep onun yanında.... İşte Güler'in sakıncalı yazıları...

Söylesem tesiri yok... Sussam gönül razı değil

Türk edebiyatının büyük üstadı Fuzuli derki...'Söylesem tesiri yok...'Sussam gönül razı değil...'Ama biz susmayalım, duyan duyar dedik, anlayan anlar dedik...Bakın ülkede insanlar aç sefil...Başbakan diyor ki, 'Halkta para var...'Öyleyse pazarlarda artık sebze-meyve toplayanlar kimler?..İnsanlar niye kira ödeyemiyor, elektrik, su faturalarını ödeyemiyor?..Evine ekmek götüremeyen binlerce insan niye aramızda?..Bu cinayetlerin, cinnetlerin, geçimsizliklerin kaynağı ne peki?..Kredi kartıyla yaşama alışmanın nedenlerini hiç sorguladınız mı?..Yağcılar, yalakalar kaplamış etrafı...Ama gelin görün ki bunlar her şeyi tozpembe göstermek için yarışıyorlar...Doğru söyleyeni ise dokuz köyden kovuyorlar...***Şimdi şu söylediklerimi iyi okuyun... Okuyun da kulağınıza küpe olsun...Sakın bu yazdıklarımı bir kıskançlık duygusu diye de algılamayın, bunu özellikle belirteyim...Sadece Türkiye'nin bir gerçeğini gözler önüne seriyorum...Bakın eğer müessesenizin tam giriş kapısında dometes-hıyar fideleri varsa...Bir işyerinde müdür sayısı, çalışandan fazla ise...İnsanlar maaş alamazken, müessesenizde onlarca müdür pozisyonundaki insanlara lüks araçlar tahsis edilmişse...O hıyar fideli müessesenizin müdürleri, makam odalarına bile neredeyse arabayla girecek kadar kapıya yanaşıyorsa...O müdürlerin makam şoförleri kışın ısıtmak, yazın da soğutmak için o makam arabalarını saatlerce o hıyar fideli kapının önünde çalıştırıyorsa...Bir müessesede çalışanlar arasında maaş dengesizliği, hele de uçurumlar varsa...Bir müessesede, birileri zevk-ü sefa içerisinde, birileri ise yol parası bile bulmakta sıkıntı çekiyorsa...Bir müessesede birileri üretime katkım artsın diye alın teri akıtırken, birileri de gününü gün ediyor, yat sefası, at sefası, deniz sefası yapıyorsa...Bir müessesede 'kralcık'lar ve 'soytarılar'ı cirit atıyorsa...Bir müessesede bu kadar çok müdüre rağmen maaşların ne zaman verileceğini dışarıdan gelen balcı söylüyorsa...İşte o zaman durum vahimdir...Büyük üstad Levent Kırca'nın 'Olacak o kadar' oyununda bir skeci vardı, unutmam...Devlet bir koyun bulur... Ne yapalım ne edelim denir ve devlet koruması altına alınır...Sonra ona ilk iş olarak bir çoban tutulur, ardından çoban yardımcısı... Sonra o koyun için bir birim kurulur, müdürler, yardımcıları derken eleman sayısı olur 150 kişi...Bir koyuna 150 kişi...Aradan zaman geçer devlet kemer sıkmaya gider. Bütün birimlere eleman çıkarılması için talimat verilir.Koyun için oluşturulan 150 kişilik birim hemen işe başlar ve ilk icraatı, 'Çoban çıksın...'Yazık....Ben daha ne deyim... Anlayana sivri sinek saz...Anlamayana davul zurna az...

*************

Cebimdeki 10 kuruş ile Fener yorumu

Gözüm sahada Fenerbahçe-Arsenal maçında, gönlüm Fenerbahçe'de...Ama aklım cebimde...Ne oldu, kriz mi vurdu derseniz anlatayım da okuyun...Bugün ayın kaçı?.. 22'si...Dün itibariyle cebinizde sadece 10 kuruş varsa ne yaparsınız!..Türkiye'nin en büyük gazetelerinden birinde çalışacaksınız, ama sefilden daha sefil duruma düşürüleceksiniz...Sadece ben mi yoksulum, inanın gazetedeki bütün arkadaşların durumu benden farksız...Ama çaresizlik içerisinde kıvranıyorlar...Başkalarının hakkını hukukunu çatır çatır sayfalara aktaran emektarlar, kendi haklarını savunmaktan aciz...Sadece mutlu bir azınlık var gazetede... Aynı Türkiye gibi...Sabah geliyorsunuz gazeteye, bizim grubun amiral gemisi diye tabir edilen gazetenin (Akşam) genel yayın yönetmeninin yazısını okuyorsunuz, resmen açlık sınırında yaşayan hem Türk insanıyla, hem de bizim gerçek gazeteci arkadaşlarımızla alay ediyor...Bütün bu yokluk içerisinde, kendi yol arkadaşları perişanlık çekerken 10 günlük Amerika tatilinde bilmem ne barda ne içtiğinden tutun da, nasıl mutlu olduğunu yazıyor...Sonra düşündüm, cebime bir daha baktım, 10 kuruş...Hayıflandım, yıkıldım...28 yıllık gazeteci, 18 yaşından beri bu mesleğe gönül vermiş, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nden tutun da Türkiye Spor Yazarları Derneği'ne kadar bizim meslekten bir çok ödül almış, hep doğru bildiğini yazmış-çizmiş-söylemiş Halis Güler'in cebinde 10 kuruş...Cüzdanımı bir kenara bırakmak zorunda kaldım içim sıkılarak... Hatta bugün-yarın ne olacağını bilerek...Dedim ya, gönlüm Fenerbahçe ile...O da cebimdeki 10 kuruşa inat 'ben senden de sefilim' der gibiydi...Tek fark vardı onlar zengin ama futbol sefilleriydi...Zengin babanın şımarık çocukları, ne Kayseri maçından, ne de geçtiğimiz haftaki Kocaeli maçından ders almışlardı.Dede ne yapsın torunlarına, bu saatten sonra futbol öğretecek değil ya... Kenarda uyudu garibim...Sonuç mu?..Bu Fener'i gördükten sonra ben 10 kuruşuma bakıp onurlu duruşuma şükrettim...

Siyah 'Beyaz'ını kaybetti


Vedat Okyar'ın ardından
Kimi futbolcular vardır, yıldızlaştıkları camialar tarafından sevilir. Kimileri vardır, bir camiaya mal olsa da herkesin sevgilisi haline gelir... İşte böyle bir sporcuydu Vedat Okyar... Naifliği, ilkelerine bağlılığı, Beşiktaş sevdası ile gönüllere taht kurdu... Futbolcuydu, adam gibi adam, güzel bir insandı... Spor yazarıydı... Ama o yaptığı iş için kullanılan "Spor yazarı" tanımlamasını kabul etmez, "Beşiktaş yorumcusu" olduğunu söylerdi... Ve çok sevdiği Beşiktaş dışında yorum yapmaktan ısrarla kaçınırdı.... 1945 yılında Bursa'da dünyaya geldi Vedat Okyar... Futbola şehrin takımı Bursaspor'da başladı. Tekstilci olan babası Rahmi Okyar'ın, Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nde yöneticilik yaptığı dönemde siyah beyazlı renklerle tanıştı. 1968-76 yılları arasında siyah beyazlı formayla 253 maçta 21 gol attı. Bu transfer onun hayatı için dönüm noktasıydı. Daha sonra sırasıyla Diyarbakırspor ve Karagümrük formalarını giydi... Ancak hep Beşiktaşlı Vedat olarak anıldı. 33 kez de milli takımda yer alan Okyar, profesyonel kariyerini 42 yaşında noktaladı. Futbol hayatı boyunca hiç sakatlanmayarak kırılması güç bir rekora imza attı. Kullandığı 43 penaltının sadece birisini kaçırdı. Futbolu bıraktıktan sonra kısa süre baba mesleği olan tekstil işi ile uğraştı. Futboldan pek fazla uzak kalamadı, yeşil sahalara yorumcu olarak döndü. Sabah, Fotomaç, Hürriyet ve Vatan gazetelerinde görev aldı. Kanserle amansız savaşını kaybettiğinde 64 yaşındaydı. Beşiktaş formasıyla hiç şampiyonluk yaşayamamıştı. Bu onun en büyük özlemiydi... Belki Beşiktaş'ta şampiyonluk yaşayamadı ama adam gibi adamlığı, beyefendiliği, mütevazılığı ile gönüllerin şampiyonu olmayı başardı. Siyah beyaz, seninle güzeldi ve şimdi siyah, beyazını kaybetti... Güle güle güzel insan... Kara Kartal semalarda uçtukça adın asla unutulmayacak....