13 Ekim 2009 Salı

SPOR SİYASETİN OYUNCAĞIDIR

Euro 2012'de İsrail ile eşleşeceğiz!

Bahri ÇİFTÇİ YAZDI

Euro 2008 elemeleri kura çekiminde Azerbaycan ile Ermenistan aynı gruba düştü. Azerbaycan, Ermenistan'da maça çıkmayı reddetti. Ermenistan ise iki maçın da tarafsız sahada oynanmasına karşı çıkanca UEFA, 1. Grup'taki bu iki maçın oynanmamasını kararlaştırdı. Euro 2008 elemelerinde Türkiye ise Yunanistan ile aynı grupta mücadele etti. Kaderin cilvesi (!) Ermenistan, Euro 2008'den bir sonraki turnuvada Türkiye ile aynı gruba düştü. Ermenistan ile Azerbaycan arasında gerçekleşmeyen futbol diplomasisini Ermenistan ile Türkiye arasında imzalanan protokol takip etti. Şimdi önümüzde Euro 2012 kura çekimi var. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler gergin. Kim bilir belki kaderin cilvesiyle bu kez Türkiye ve İsrail aynı gruba düşer ve siyasi sorunlar futbol sahasındaki diplomasi ile belki aşılır.
Spor, bugün dinin yerine kullanılan bir uyuşturucu, birleştirici, haddini bildirici bir propaganda aracı; futbol da global emperyalizmin bütün dünyada kullandığı ortak bir dil. Dünyanın neresine giderseniz gidin futbolun dili aynı. Top kale çizgisini geçtiği zaman bir kesim seviniyor diğer bir kesim üzülüyor. İnsanlar futbol sahasına 11'e 11 eşit şartlarda çıkıyor. 90 dakika boyunca aynı dili konuşuyor ve maç bitince bir grup diğer kesime üstünlüğünü net bir şekilde kabul ettiriyor. Spor ve futbol tutkusu son yüzyıl boyunca bir diplomasi ve propaganda aracı olarak kullanıldı. İşgal kuvvetlerinin İstanbul'da Türklerle maç yapmasının bir benzeri bugün Irak ve Afganistan'da yaşanıyor. Irak'ta, Saddam'ın oğlu Uday, maçları kaybeden futbolculara statlarda işkence yapardı. El Kaide, Afganistan'da binlerce insanı tribünlerde toplayıp, statlarda suçluları idam ederdi. Amerika'nın Irak ve Afganistan'ı işgal ettikten hemen sonra yaptığı ilk iş statları futbola açmak ve yerel takımlarla futbol maçları oynamak oldu. Hatta Irak Milli Futbol Takımı, Asya şampiyonu yapıldı. Antik çağdaki ilk olimpiyatlardan itibaren spor politikaya alet edildi. Antik Yunan'da olimpiyatlar düzenlenmeden önce diğer sitelere güvenle Yunan şehirlerine girebilecekleri teminatı veriliyor, müsabakaları izlemeye gelen liderler anlaşmalar imzalıyordu. Sporu en aktif şekilde bir propaganda aracı olarak kullanan ülke ise ABD. Basketbol, 1891'de Massachusetts'teki bir Hıristiyan okulunda bulundu. Bu okuldan mezun olan çocuklar, Asya'ya gidip misyonerlik faaliyetlerinde bulunurken yanlarında basketbolu da götürdü. Amerika'da bulunan bir diğer spor basebol da Latin Amerika'da popüler hale geldi. 1934'de Amerikan basebol takımı Japonya'ya gitti. Takımın ünlü tutucusu Moe Berg, Amerikan hükümeti adına gizlice Tokyo'daki askeri faaliyetleri filme çekti. Sporun propaganda için kullanıldığı ilk büyük organizasyon 1936 Berlin Olimpiyatları oldu. Hitler, Berlin'deki oyunları nazizmin dünyaya propagandası olarak kullanmak istedi. O günden beri İspanya'dan Bolivya'ya, Afganistan'dan Irak'a kadar dünyanın her yerinde spor ve özellikle de futbol siyasetin oyuncağı oldu. Kimi zaman futbol için kan döküldü, kimi zaman da dökülen kanı futbol durdurdu. İşte sportif propagandanın iki örneği:
Honduras - El Salvador: "Futbol savaşı"
1970 Dünya Kupası elemelerinde karşılaşan iki komşu ülke El Salvador ve Honduras arasındaki üçüncü maç sonrası çıkan ve 100 saat süren savaş, dünya litaratürüne 'Futbol savaşı' olarak geçmişti. Bilançosu 4 bin ölü, 12 bin yaralı olan bu savaş, araya giren 'hatırlı' Güney Amerika ülkeleri sayesinde son bulmuştu.
Mübadeleden sonra bir daha ortalık sakinleşmedi
Orta Amerika'nın yüzölçümü en küçük ülkesi olan El Salvador, kilometrekare başına 160 kişiyle tüm Amerika Kıtası'nın en yoğun nüfusuna sahipti. Bir tarım ülkesi olan El Salvador’da toprak ağaları yüzünden köylülerin üçte ikisinin hiç toprağı yoktu. Bu topraksız köylüler, kurtuluşu Honduras'a göç etmekte bulmuşlardı. Honduras ise El Salvador’un altı katı büyüklüğünde ve yarı nüfusa sahipti. Salvadorlular, Honduras’ta köyler kurup yaklaşık 300 bin nüfusa ulaşmıştı. 1960’larda Honduraslı köylüler arasında çıkan bir huzursuzluk neticesinde hükümet bir toprak reformuna kalkışıp Salvadorluların yerleştiği toprakları Honduraslı köylülere dağıtmayı planlayınca dananın kuyruğu koptu. Bu, Salvadorluların yurtlarına geri dönmeleri anlamına geliyordu. El Salvador’sa zaten bir köylü ayaklanmasından çekiniyordu. İki ülke arasındaki ilişkiler oldukça gergindi. İki ülke medyası diğer taraf aleyhine sürekli kışkırtıcı bir propaganda halindeydi. Nefret katlanıyordu.
Maçı kaybedince intihar etti
İşte böyle bir ortamda karşılaştı taraflar. İlk maç 8 Haziran 1969’da Honduras’ın başkenti Tegucigalpa'da yapılmış, bütün geceyi otellerini saran fanatik Honduras taraftarlarının gürültüsü yüzünden uykusuz geçiren El Salvador, son dakikada gelen gole engel olamamış ve maçı 1-0 kaybetmişti. Maçın hemen ardından El Salvador’da televizyonunun başında maçı izleyen 18 yaşındaki Amelia Bolanos babasının silahını kalbine dayayarak tetiği çekecekti. Ertesi gün Salvador gazetesi El Nacional “Genç kız, vatanının yıkılışını görmeye tahammül edemedi” başlığını atıyordu. Bolanos, televizyondan canlı yayınlanan bir devlet töreniyle toprağa verildi. Gerginlik hızla tırmanıyordu.
İkinci maç ve savaş
15 Haziran'daki ikinci maç, bu gergin ortamda yapıldı. Bu kez maç öncesi geceyi uykusuz geçiren, doğal olarak Honduras’tı. Stadyuma halk linç etmesin diye askeri araçlarla götürülen Honduras Millî Takımı, orada da büyük tacize uğradı. 3-0 biten maçın ardından, teknik direktörleri "Kaybettiğimiz için çok şanslıyız" diyordu. Zırhlı araçlarla havaalanına götürülen Honduras ekibi, eve sağ salim dönerken, onları desteklemeye gelen taraftarları sınıra canlarını zor attılar. İki taraftar ölmüş, yüzlercesi hastanelik olmuş, 150 Honduras plakalı araç yakılmıştı. 27 Haziran 1969'da El Salvador, Honduras ile bütün ilişkilerini kesti, iki ülke arasındaki sınır kapatıldı.
Mexico'da oynanan üçüncü maç neticesinde El Salvador Honduras'ı 3-2 geçerek dünya kupası vizesi almıştı. Çok değil, iki hafta sonra da savaş başlayacaktı. Kimsenin kazanmadığı, bir anlamda berabere biten savaş neticesinde Salvadorlu köylülerin bir kısmı yurtlarına dönmek zorunda bırakılırken, bir kısmı Honduras’ta kaldı. Dönenler, hiç de hoş karşılanmamıştı. 10 yıl sonra El Salvador, tekrar kaosa sürüklenmiş ve 11 yıl süren bir iç savaş ülkeyi yine kana boğmuştu. 1982’den beri Dünya Kupası’nı televizyondan izleyen ülkeler arasında her ne kadar 1969’da ateşkes çabuk ilan edilse de, Honduras ile El Salvador devlet başkanlarının buluşup el sıkışması için yılların 2006’yı göstermesi gerekmişti.
Pin pong diplomasisi
Pin pong diplomasisi, ABD ve Çin arasındaki diplomatik soğukluğun başlayan masa tenisi takımlarının maçlarıyla gelişen sürece atfen kullanılan bir terimdir.
Uzun zaman, içeride komünist rejimi pekiştirmekle meşgul olan Çin, batılı ülkelerle ve özellikle ABD ile ilişkiler kurmamıştır. Zaten ABD de bu yolda girişimlerde bulunmamış Formoza'daki Çan Kay Şek Çin'ini desteklemiştir. Ancak, zamanla hem Çin'in ve hem de ABD'nin bu görüşleri değişmiştir. İlişkiler kurma eğilimi başlamıştır. Bu yolda ilk adımlar olarak Çin ile ABD arasında ping pong masa tenisi takımları ziyaretleri ve maçları yapılarak ilk yakınlaşma denemelerine girişilmiş ve bu duruma "ping-pong diplomasisi" adı verilmiştir. Nitekim, kısa bir süre sonra ilişkiler daha da gelişmiş ve ABD Başkanı Nixon Çin'e resmi bir ziyarette bulunmuştur. Bu arada Çin dışa açılma politikasını dinamikleştirmiş, birçok ülke ile diplomatik ilişki kurmuş, Birleşmiş Milletler'deki yerini almıştır. Türkiye de Çin Halk Cumhuriyeti ile 1971 Ağustos'unda tanıma ve diplomatik ilişkilere girişmiştir. (Wikipedia)

29 Eylül 2009 Salı

NE EKERSEN ONU BİÇERSİN



Bu halka spor sevdirilmedi... Spor ve özellikle de futbol, her dikta ya da sözüm ona demokratik yönetimlerin başvurduğu gibi halkı siyasetten uzak tutup, koyunlaştırmanın en kolay yolu olarak benimsendi. 1960'larda mantar gibi statlar, kulüpler türedi... Bir emirle, geçmişi, yaşanmışlığı bir hikayesi olmayan kulüpler kuruldu. Futbol kültürü olmayan, bir futbol ülkesi haline geldik. Bu halka spor yaptırılmadı, sadece tribüne çık takımını destekle denildi. Zaten yaptırılsaydı şimdi Diyarbakırspor bir numaralı ülke sorunu haline gelmezdi. Spor yapan bir toplum olmak kolay değildir. Bunun ekonomi ve eğitim gibi çok önemli iki altyapısı vardır. İnsan, ancak ekonomik açıdan rahatsa ve spor yapmanın önemini anlayabilecek bir eğitimden geçirilirse, bu yola girer.
Oysa Türkiye'de işçi emekçi olmak zaten baştan kaybetmektir... Kaybetmekten de öte ayıptır. Namusuyla çalışan öyle bir boyunduruk altına alınmıştır ki bırakın spor yapmayı, nefes bile alamaz.. Ne spora ayıracak zamanı, ne de parası vardır. Hayat şartları onun en büyük prangasıdır. Düşünemez, olayları sorgulayamaz. Sadece hazır olan düşünce ve siyaset kalıpları içinde bir pinpon topu gibi duvardan duvara çarpar başını, iş insanlıktan çıkar, delilik boyutuna varır... Büyük varoşlarda ülkücü, Güney doğuda PKK'lı olmaktan başka bir alternatifi yoktur.
İşte bu ülkeye nifak tohumları böyle ekildi. Ülkenin insanlarına, ne eğitim, ne spor, ne de rahat yaşama hakkı tanındı. Şimdi Diyarbakırspor nereye giderse bölücülükle suçlanıyor, tribünlerde "Ne mutlu Türküm" pankartları asılıyor, küfürler ediliyor, kavgalar çıkıyor... Ve ekranları parselleyen birkaç dangalak çıkıp "Sporda siyasetin yeri yok" diyor..."Spor kardeşlik, dostluktur" diyor. Hadi oradan, sporu siyasete en iğrenç şekilde alet eden sizsiniz... Kardeşi, kardeşe kırdıran sizsiniz... Dedeleriniz, babalarınız bunu sırf daha fazla semirmek, daha fazla cebini doldurmak, kişisel çıkarlarını gözetmek için bir ülkenin ve halkın geleceğini peş keş çekme pahasına yaptı. Siz de dedelerinizin, babalarınızın yolundan emin adımlarla ilerliyorsunuz... Şimdi rahatsız olmaya, nutuk atmaya hiç hakkınız yok... Çünkü ne ektiyseniz onu biçiyorsunuz...

13 Eylül 2009 Pazar

KOMÜNİSTLERİN BECKHAM'I


Hüseyin ATAŞ - Cumhuriyet

Bir peri masalı mı devrim hikayesi mi bilinmez ama yarım kalmıştı. Liverno'nun ve solun yeşil sahadaki sancağı Cristiano Lucarelli Ukrayna'ya gitmişti. Kader bu yarım kalan hikayeye göz yummadı. Lucarelli'yi doğup büyüdüğü kente geri getirdi. Üzerinde yükseldiği değerlere yeniden kavuştu. Belki eskisi kadar sivri dilli değil ama o hala solun David Beckham'ı...
Cristiano Lucarelli, endüstriyel futbolda romantik ruhlu bir futbol ikonu. Solcuların Beckham'ı da diyebiliriz. Adana Demirspor'la Livorno arasında oynanacak dostluk maçı için geldiği Adana'da sorularımıza cevap verirken İngiliz marka ve bayraklı spor ayakkabısını görünce puanını kırsak da o hala bir idol. Lucarelli'ye “son vuruşları çok iyi yapan bir santrafor"dan fazlasını ithaf eden elbetteki onun hayattaki duruşu üzerinde şekillenen hikayesiydi. Torino'da top koştururken doğduğu kentin takımı Livorno'nun ikinci lige yükseldiği maçtan sonra sahayı işgal eden taraftarlardan biriydi. Ertesi sezon o da Livorno'ya döndüğünde yaşananlar sonu gelmeyecek bir devrim hikayesine benziyordu.
Kimi futbolcular yüksek transfer ücretlerini kabul edip lüks içinde yaşıyordu. Ancak Lucarelli için o teklifler bir Livorno formasına değişilmezdi. Tutkusu ve inançları bazen tepki toplamasına da yol açıyordu. Attığı gollerden sonra Komünist Parti'den ödünç aldığı sol yumruğuyla taraftarlarını selamlaması, Livorno'nun İtalya milli takımından önce geldiğini açıklaması tartışmalı efsanesine bir çizik daha atıyordu hep.
Verdiği cevaplardan fark edeceksiniz, ilerleyen yıllarla birlikte biraz durulmuş ama öyle bir hikayesi var ki geçen yüzyılda hayallerindeki toplumu statların etrafına inşa edeceğini sanan diktatörler Lucarelli'yle tanışsa ne düşünürdü acaba?
FUTBOL VE SİYASET İLİŞKİSİ
- Futbol ve siyaset arasındaki ilişkiye nasıl bakıyorsunuz?
- Futbolda siyaset her zaman var olacak. Hayatın her alanında olduğu gibi bu kaçınılmaz ama böyle olması bazen de oyunun önüne geçmiyor değil. Bu da futbolun ruhuna zarar veriyor.
- Bununla bağlantılı olarak futbolcuların siyasi görüşlerini açıklamasını doğru buluyor musunuz?
- Sonuçta futbolcular da birer birey ve saha dışında sosyal yaşamları var. Her özgür insan gibi futbolcuların da siyasi görüşlerinin olması ve bunu açıklamaları bana gayet normal geliyor.
- Livorno'nun solcu bir takım olarak anılmasına ne diyorsunuz?
- Öncelikle şunu belirteyim kulüp değil, futbolcular ve taraftarlar solcu. Solcu kulüp diye bir ifade bana yanlış geliyor. Bizim taraftarımızın hayata bakışları aykırı. Buna da saygı duyulması gerekiyor.
- Lazio ve Di Canio hakkında ne söylemek istersin?
- Dediğim gibi solcu, sağcı takım diye bir şey olmamalı. Lazio'ya da Di Canio'nun görüşlerine da saygı duyuyorum.
- İtalya'da “taraftar kartı" projesi gündemde. Ultra'lar (İtalyan Taraftar Grupları) fişleme operasyonu olarak gördükleri için karşı çıkıyorlar.
- Bazı insanların eğitmek amacıyla herkesi cezalandıramazsınız. Ben de karşıyım bu projeye.
- Adana Demirspor-Livorno maçı sizin için nasıl bir anlam taşıyor?
- İki takımın da mazisi birbirine benzyior. Buraya Demirspor taraftarını onurlandırmaya geldik. Çok sportmen ruhlu bir maç oldu. Demirspor taraftarını ve Adana'yı çok sevdim. Özellikle havaalanındaki karşılama çok şaşırtıcıydı.
- Küba ve Livorno'nun bir hazırlık maçında buluşmasını düşlediğinizi açıklamıştınız. Bu hayaliniz devam ediyor mu?
- Evet, hala aynı hayali kuruyorum. Böyle bir maç gerçekten harika olurdu.
MİLLİ TAKIM UNUTULMAZDI
- Milli takım kariyerinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Gök mavili formayı daha fazla giymek ister miydiniz?
- Milli takımda geçirdiğim zamanlar unutulmazdı ve benim için çok özeldi. Tabii ki her futbolcu gibi milli takımımda olmayı isterim.
- Takip ettiğiniz Türk takımları var mı?
- Aslında yok ama denk gelirse Avrupa Kupası maçlarını izliyorum.
- İtalya'da sürekli gündemi meşgul eden Mourinho hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Ben açık sözlü her insanı severim. Mourinho da fazlasıla açık sözlü bir insan o yüzden çok sempati ile bakıyorum, beğeniyorum.
- Bu sezon Seire A'da kaç gol atmayı hedefliyorsunuz?
- En az 15 gol atacağımı umuyorum.
(anadoludanfutbol.blogspot.com)

6 Eylül 2009 Pazar

KARTAL KARTAL OLURSA

Kubilay Derse yorumu

Beşiktaş'ı hiç haketmeyecek bir tehlike bekliyor. Taraftarının yarattığı ambiansı ve desteği dünyada çok nadir kulüplerde görebileceğimiz bu büyük camia, klasman düşebilir. Geçen sezon ezeli rakiplerinin boşluğundan kaynaklı hasbelkader elde edilen iki kupayı göz ardı edersek, siyah-beyazlı kulübün son 10 yılda dünyada ses getiren sportif başarısı yok. Buna bir de 100 kuruluş yılında Zagolu, Ronaldolu, İlhanlı, Ahmet Dursunlu ve tabii ki Pascal Noumalı müthiş kadrosuyla yakaladığı lig şampiyonluğunu da eklemeliyiz. Ama eğer bir ölçüsü, terazisi varsa taraftar desteği, camianın yapısı ve o ünlü duruşları ile onlar her zaman "gönüllerin şampiyonu"... Ancak... Önlem alınmazsa bu büyük camia, Türkiye'nin 3 büyüğü klasmanından düştü düşecek. Her şeye rağmen ilaç uzakta değil... Beşiktaş'ın kendi bünyesinde, yapısında... Aslında işleri çok kolay...
Beşiktaş'ın simgesi Karakartal'dır. Karakartal, cinsinin en büyük vahşisi, en yırtıcısı. Karakartal, uzun yaşayan hayvanlar grubundadır. Ancak 35-40 yaş arasında çaptan düşer. Tırnakları o kadar uzar ki, artık avlarını tutamayacak hale gelir. Gagası gereğinden fazla kıvrılır ve avını kavrayamaz. Tüyleri çok uzayıp ağırlaşır. Artık yüksek semalarda süzülemez hale getirir, Karakartal'daki bu değişim...
Ancak çok ilginç bir hikayeyle karşılaşırız Karakartal'ın bu evresinde. Ya tamam ya devam evresi. Kartal, o mağrur duruşu hırpalanmasın, itibarı zedelenmesin diye kendisini kimsenin görmediği bir tepeye hapseder. Gagasını kayalara vurmaya başlar. Taa ki, düşüp vücudundan ayrılana kadar. Düşen gagasının yerine yenisinin çıkmasını bekler, bekler, bekler. Yeni gagasıyla uzayan tırnaklarını söker. Yine bekler. Yeni tırnaklarıyla tüylerini yolar. Ama sabırla, metanetle. Sorununu kendi kendine halleder. Etrafla uğraşmaz. Kartal'ı kartal yapan 3 önemli uzvu da tekrar kazanınca, artık tekrar doğanın en yırtıcı hayvanlarından biri olmuştur. Hem de 40 yıllık deneyimle.
Yine eski gibi göklerde süzülüp, o mağrur ve gururlu görüntüsüyle yaşamına devam edecektir ve 75-80 yaşına kadar çok rahatlıkla yol alabilecektir.

25 Ağustos 2009 Salı

OYUN BOZAN BOLT


Ariane Friedrich ile Blanka Vlasic hem rakip hem de çok iyi arkadaş
Hakan ÜÇSULAR / AKŞAM
Jamaikalı atlet müthiş rekorları ile birçok önemli olayı ve çok sayıda atletin büyük başarısını gölgede bıraktı. Oysa Berlin'de acıyla gelen zaferler, kazanırken kaybedenler, centilmenlik dersleri ve daha neler neler vardı

Berlin sadece atletizmin değil, belki de tüm spor tarihinin en önemli, en güzel organizasyonlarından birisine sahne oldu... Hiç kuşkusuz şampiyonanın yıldızı 100 metrede 9.58, 200 metrede de 19.19'luk insan üstü dereceleriyle dünya rekorlarına imza atan, 4x100'de altınları üçleyen Jamaikalı Usain Bold oldu. Bolt'un bu inanılmaz performansı nedeniyle birçok önemli olay ve bir çok atletin büyük başarısı gölgede kaldı... Şimdi Bolt'u bir kenara bırakalım ve hak edenlere, haklarını verelim. En büyük alkış seyirciye... Berlin Olimpiyat Stadı’nda dokuz gün süren şampiyonayı 500 binin üzerinde sporsever izledi. Coşku müthişti, fair play ise gani... Bayanlar yüksek atlamada Alman atlet Ariane Friedrich ile Blanka Vlasic mücadelesinde yaşananlar tam anlamıyla derslikti. Friedrich'in eliyle yaptığı her sus işaretinde, o dev stat bir anda sessizliğe gömülürken Vlasic atlerken de Hırvat atlete alkışlı müthiş bir tezahürat vardı. Friedrich üçüncülükte kalırken, Valsic'in rekor denemesinde hem kendisinin (Friedrich) hem de tribünlerin hep birlikte tempo tutup, onu desteklemesi ise herhalde fair play’in ulaştığı son nokta olsa gerek. Eğer Bolt Berlin'in yıldızı olduysa, mucize atlet oskarını ise sırıkla yüksek atlamacı Steve Hooker aldı. Avustralyalı atlet, sakatlığı nedeniyle seçmelere son anda girdi. Finalde ise ağırlar içinde tek atlayış yaşıp, adını zirveye yazdırdı. Uzun mesafenin efsane ismi Kenenisa Bekele 5 bin ve 10 bin de iki müthiş zafere imza atarak, Etiyopyalıların bayanlarda Kenya'ya geçilmesinin yaralarını sardı. Şampiyonada istenmeyen olaylar da yok değil.. 800 metre bayanların galibi, Güney Afrikalı Coster Semenya'dan cinsiyet testi istenmesi, yine bayanlar 1500 metre finalinde İspanyol Natalia Rodriguez'in düşürdüğü Etiyopyalı Gelete Burka'yı muhtemel bir madalyadan ederken, yarışı birinci bitirmesine rağmen diskalifiye edilmesi gibi üzücü olaylar tarihin yapraklarına kazındı.. Dev organizasyonun sakarı unvanını Polonyalı çekiççi Anite Wladarczyk aldı. Wlodarczyk, 77.96'lık derecesiyle dünya rekoru kırıp altın madalyaya uzandı. Ancak sevinç gösterisi sırasında sakatlanıp, başka atış yapamadı. Ve hayal kırıklıkları... ABD her ne kadar madalya sıralamasında zirvede yer alsa da sprint yarışlarındaki üstünlüğünü hem bayanlarda hem de erkeklerde Jamaika'ya kaptırdı. Hele hele 4x100'lerde yaşadıkları hayal kırıklığının da ötesindeydi. Bayanlar sırıkla atlamayı yıllardır domine eden Yelene Isinbaeva'nın düşünü son iki üç aylık süreçte adeta "Geliyorum" der gibiydi... Erkekler uzun atlamadan son dünya ve olimpiyat şampiyonu Panamalı İrving Saladino'nun üçte sıfır çekmesi Dwight Philips'e yapılan güzel bir ikramdı. Elvan'ın sır sakatlığının yarış sırasında ortaya çıkmasıyla kaçan iki muhtemel madalya, birçok atletimizin sakatlık nedeniyle Berlin'de yarışamaması bizim adımıza yaşanan hayal kırıkları oldu. Teselliyi ise bayanlar 110 metre engellide Nevin Yanıt'ın göreceli başarısı ve Karin Melis Mey'in uzun atlamadaki bronz madalyası ile bulduk.

23 Ağustos 2009 Pazar

Hz. MUHAMMED ATLETTİ

Araplar'da deve yarışları hala çok seviliyor.

Soner Yalçın / Hürriyet

Gazali der ki; “ eğlence kalbe rahatlık verir; fikri yorgunlukları hafifletir; daima zorlanan ve ciddi işlerle meşgul edilen kalpler körleşir; eğlence ile kalbi rahatlandırmak ciddi iş görmesi için ona yardım etmek demektir. Mesela devamlı fıkıh okuyan bir kimsenin tatil yapması icap eder.”
Yani…
Yanisi şu:
Önce kafalardaki bir tabuyu yıkalım: Hz. Muhammed insandı.
Hz. Muhammed yorulur, dinlenir, eğlenir ve mizah yapardı.
Spora meraklıydı. Örneğin…
Hayvanların birbirine zarar vermeden yarıştırılmaları dinen caizdi. Hz. Muhammed döneminde at ve deve yarışları meşhurdu.
At yarışları Hz. Muhammed’in öncülüğünde yapılırdı. Kazananlar ödüllendirilirdi. At yarışları 6- 7 mil uzunluğundaki Hayfa ile Seniyyetü’l arasında yapılırdı. Aynı “parkurda” deve yarışları da yapılırdı.
Hz. Muhammed’in “Abda” adında bir devesi vardı. Katıldığı tüm yarışları birincilikle bitiriyordu. Ancak bir gün Abda da geçildi. Sahabeler çok üzüldü. Bunun üzerine Hz. Muhammed, “Yükselen her dünyevi şeyin alçalması, ilahi hikmet gereğidir” diyerek onları teselli etti.
Hz. Muhammed güreşi de severdi.
Arap yarımadasının güçlü güreşçisi Rükane bir gün Hz. Muhammed’e güreşme teklifinde bulundu. Rükane Müslüman değildi; Hz. Muhammed’i yenerek onu küçük düşüreceğini hesap etti.
Ancak, Hz. Muhammed, Rükane’yi yendi. Ve ortaya ödül olarak konulan koyunu kazandı.
Rükane yenilgiye doymayan pehlivan gibi yine aynı teklifte bulundu ve yine yenildi. Hz. Muhammed bu kez iki koyun kazandı. Rükane, “Ya Muhammed şimdiye kadar kimse beni yenemedi, beni yenen sen değilsin, içindeki manevi güçtür” deyip Müslüman oldu. Ve Hz. Muhammed koyunları Rükane’ye iade etti.
Asr-ı Saadet’te atletizm yarışmaları da yapıldı.
Bu yarışmalara Hz. Muhammed eşi Hz. Ayşe ile birlikte katıldı. Bir seferinde her ikisi de arkada kaldılar; ancak son gücüyle Hz. Ayşe atak yapınca Hz. Muhammed’i geçti.
Bir yıl sonra bu kez aynı taktiği Hz. Muhammed yaptı ve eşini geçti. “Bu birincilik, o birinciliğe karşılıktır” diye Hz. Ayşe’ye espri yaptı.
Yarışmalara çoluk çocuk kadın erkek yaşlı erkek herkes ya katılır ya da izlemeye gelirdi.
Ok dönemin en önemli silahlarından olduğundan Hz. Muhammed, anne-babalara çocuklarına ok atmayı, ata binmeyi öğretmelerini tavsiye ederdi.
Hz. Muhammed yüzmeye de ayrı bir önem verirdi. Çocukların mutlaka yüzmeyi öğrenmesini ve yüzmesini isterdi.
Bugün…
Bazı sözüm ona Müslümanlar eğlenerek düğün yapmayı ayıp, hatta günah sayıyor. Düğünlerini eğlenceden soyutluyorlar.
Asr-ı Saadet’te düğünler olurdu. Davul, zil gibi çalgılar çalınır, dans edilirdi. Hz. Ayşe’nin bir düğünde iki cariye ile def çaldığı biliniyor. Hz. Muhammed’in “nikahı defle kutlayın” diye hadisi var.
Bakınız…
Buradaki tüm bilgileri, beş ciltlik “Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam” kitabından derledim.
Bir kez daha okuyup gördüm ki, anlatılanlar ile yazılanlar arasında dağlar kadar fark var.
Biz okur bir toplum değiliz. Bu nedenle yobaz bir dincinin söylediklerini doğru kabul ediveriyoruz. Halbuki okusak birçok sorunu halledivereceğiz.
Örneğin…
Bir gelenek olan Türkçe ezana karşı çıkarız ama Allah’ın kelamı olan Kur’an-ı Kerim’in ne zaman Türkçe’ye çevrildiğini bilmeyiz! Haberimiz bile olmaz.
Çünkü ezanı duyuyoruz ama evlerimizde baş üstümüze astığımız Kur’an-ı Kerim’i ne yazık ki açıp okumuyoruz…
Evlerde sayfaları açılmamış Kur’an-ı Kerimler öylece duruyor; “İslam’da ruhban sınıfı yoktur; inanç kul ile Allah arasındadır” diyoruz ama ülkemizde şeyhten, şıhtan, dervişten geçilmiyor. Kendimizi kandırmayı sürdürüyoruz…
Umarız Ramazan hayırlara vesile olur…

16 Ağustos 2009 Pazar

HALA YENİÇERİLERİ KURBAN EDİYORUZ


Osmanlılar, devşirme sistemiyle kurdukları yeniçeri ordusuyla yıllarca üç kıtada birden at koşturdu. Dünyanın en büyük imparatorluklarından birisi haline geldi. Otoritenin resmi tarihi, yeniçeri sisteminin modernleşme adına kaldırıldığını yazar. Resmi olmayan tarih ise sarayı ve hazineyi ele geçirmek isteyen çıkar guruplarının savaşında kanlı bir şekilde yok edildiklerine dikkat çeker... Aradan yüzyıllar geçti, köprünün altından çok sular aktı, imparatorluk yerini cumhuriyete bıraktı ama biz hala yeniçerileri kurban etme geleneğinden vazgeçemiyoruz. Ne demişler, can çıkar ama huy çıkmaz! Fazla uzatmaya gerek yok, herhalde sözü nereye getireceğimizi anlamışsınızdır...Elvan diye bir kız Etiyopya'nın çorak arazisinden çıkıp geliyor, Türkiye'ye atletizmde en büyük başarılarını armağan ediyor... Sonra da Dünya Şampiyonası gelip çatıyor... 20 gün önce toprak zeminde antrenman yaparken, aşil tendonunda bir ağrı hissediyor, bir cahillik edip önemsemiyor. Ama işin daha vahim yanı devşirme sisteminin meyvelerini yiyen, prim yapan hiçbir kimsenin bundan haberi olmuyor... Uzun mesafeyi bir takım koşusu haline getiren Etiyopyalılar, Kenyalılara karşı yalın kılıç tek başına mücadele eden bir yeniçeri daha anlamsızlığa kurban veriliyor... Yazık, yazık çok yazık... Elvan'ın etrafında, Anadolu gençlerinden bir takım, bir ordu oluşturmak varken, onu da "Son Osmanlı" misali yavaş yavaş tarihin tozlu yapraklarına gömüyoruz. Gerçekten de Elvan'ın bundan sonra işi çok zor... Onca Etiyopyalı ve Kenyalının arasında madalyaya bu kadar çok yakınken elinden uçup gitmesini çaresizlikle izleyen bir uzun mesafecinin, Türkiye'deki kuru kalabalık içinde yalnızlığı yaşarken küllerinden yeniden doğması ve hiç yapamadığı zirveyi yapabilmesi mucizenin ta kendisi olsa gerek... Süreyyalar, Halliler mi? Ya da antrenman sahasına gidecek parayı bulamadığı, çivili alacak maddi imkanı olmadığı için harcanan binlerce ihtimal mi? Off, of!