30 Temmuz 2009 Perşembe

YILDIZLARIN İLK AŞKLARI


Kobe Bryant'ın futbolcu olduğunu düşünebiliyor musunuz? Ya da Usain Bolt'u kritekçi, Aykut Kocaman'ı, Isinbaeva'yı jimnastikçi, Hakan Şükür'ü basketbolcu... Belki de spora başladıkları branşta devam etseydiler, onları hiç tanıyamayacaktık. Belki de Bryant, basketbolcu değil de futbol yıldızı olarak karşımıza çıkacaktı. Bir de bir koltukta iki hatta, üç dört karpuz taşıyanlar var... Jenson Button, Can Bartu, Rıza Zeki Sporel gibi... Hepsinin hikayesi sıra dışı ve son derece ilginç... Gelin sporun parlayan yıldızlarının ilk aşklarına şöyle bir göz atalım...

MİCHAEL JORDAN
NBA resmi sitesine göre, "Oybirliğiyle, Michael Jordan tüm zamanların en büyük basketbolcusudur." Ancak majestelerinin çocukluk yıllarında rüyalarını süsleyen spor, basketbol değil beyzboldu. 13 Şubat 1963'de New York Brooklyn'de doğan tam ismiyle Michael Jeffrey Jordan, Kuzey Carolina eyaletinin küçük sahil kasabası Wilmington'da büyüdü. Basketbola başladığından tam 12 yaşındaydı ama aynı anda beyzbol takımıyla küçükler liginde oynuyordu. Jordan ligin final maçında çok iyi bir performans gösterip, sayı kaydetmesine rağmen, takım olarak maçı kaybettiklerinden şampiyonluğu kaçırdı. Michael'in basketbol aşkına karşılık, babası James Jordan basketbolu seviyordu ve 5 çocuğuna bu sevgiyi aşılamak için evlerinin arka bahçesine potalar dikti... Biraz da baba zoruyla basketbola odaklanan efsanevi yıldız, Nort Carolina'daki çekici performansının ardından 1984 draftında Chicago Bulls'a transfer oldu. Stili, yenilmezliği ve liderliği ile tüm dünyayı kendisine hayran bıraktı. Ancak 1993-94 sezonu başlarken aniden çocukluk aşkına dönerek profesyonel olarak beyzbol oynamaya başladı. 95-96 sezonunda NBA'ye dönüp, Chicago ile üç şampiyonluk daha yaşadı. 1998-99 sezonunda, Jordan tekrar basketbolu bıraktı, ikinci dönüşünde (2001-02) son durağı Washington Wizards oldu.

KOBE BRYANT
23 Ağustos 1978'de Pheladelphia'da doğdu... Ailesi ismini, Japonya'nın Kobe şehrinde bir restoran menüsünde gördükleri biftekten etkilenerek koydu.. Kobe, 6 yaşındayken Philadelphia 76ers'ın oyuncusu olan babası Joe 'Jellybean' Bryant'ın İtalya'da bir takıma transfer olmasıyla ailesi ile birlikte Çizme'nin yolunu tuttu. Kısa sürede İtalyanca ve İspanyolca öğrendi. İtalya'da meşin yuvarlakla tanışan Kobe, AC Milan'a ilgi duyup, futbola başladı. Bryant ve ailesi 1991'de ABD'ye döndü. Lakers'ın yıldızı, bir keresinde "İtalya'da kalsaydım, futbola devam edip, profesyonel olurdum" açıklamasını yaptı.

STEVE NASH
7 Şubat 1974 yılında Güney Afrika'da dünyaya gelen Steve John Nash'ın babası profesyonel futbolcuydu. Aldıkları bir davet ile Kanada'ya yerleştiler ve bu ülkenin vatandaşı oldular. Steve ve kardeşi Martin babalarının yolunda ilerliyordu. Bu yüzden Nash'in futbola sevgisi ve yeteneği yadırganamazdı. Öyle ki babası ilk doğum gününde hediye olarak ona futbol topu almıştı. İlk kez basketbolla 8 yaşında tanıştı ve bir organizasyonda forma şansı buldu. O yıllarda annesi onun bir gün NBA yıldızı olacağına inandığını söylemişti. Takip eden yıllarda öğrenimi St. Michaels Üniversitesi'nin kolejinde devam ettiren Steve Nash, burada çocuklar dalında en değerli futbol oyuncusu seçildi. Ancak çocukluk rüyalarını elinin tersiyle itip, basketbola odaklandı. Phoneix Suns tarafından 1996 yılında 15. sıradan draft edildi. Hızını ve çabukluğunu futboldan almıştı... Ortaya koyduğu performansla NBA'in en iyi guardlarından birisi oldu...

ALLEN IVERSON

NBA'in haşarı çocuğu 7 Haziran 1975'te Virginia Hampton'da dünyaya geldiğinde annesi henüz 15 yaşını doldurmamıştı. 1997 yılında Sixers forması giyerken, babasının, sevgilisini bıçaklaması skandalı patlak verinceye kadar ondan haberi bile yoktu... NBA'ye adım atmadan önce açlık sırında yaşamış, her yönüyle ilginç bir yıldızdı. Amerikan futbolu Allen'in ilk göz ağrısıydı. Ancak annesinin zoruyla basketbolcu oldu. Lisede okulun hem basketbol hem de amerikan futbolu takımında yer aldı. İki takımda da İki takımda da eyalet şampiyonluğu yaşadı ve Virginia' daki liseler arasında en değerli sporcu ödülüne layık görüldü. Arkadaşları ile kutlama yaparken, ırkçı bir grupla çıkan kavga sonucu çete kurmak suçlamasıyla tutuklandı 5 yıl hapse mahkum edildi. Kavganın çıktığı bowling salonunda görüntüsü olmamasına rağmen, hakimin davalılardan birini yakını olması nedeniyle hapis yolunu tuttu. Baskılar sonucu 4.5 ay sonra valinin özel izniyle ceza evinden kurtuldu. Bu olay ona birçok üniversitenin yolunu kapattı. Amerikan futboluna karşı basketbolu tercih eden Iverson'a kapılarını açan Georgetown Üniversitesi koçu John Thompson oldu. Hayatı boyunca eksikliğini hissettiği baba rolü için Thompson biçilmez kaftandı. Irkçıların tepkisine onun sayesinde göğüs gerdi ve yine koçu sayesinde 1996'da NBA'in yolunu tuttu.

MEHMET OKUR
Aile kökeni bir yandan Bosna'ya, diğer taraftan Kafkasya ve Ukrayna'ya dayanan Mehmet Okur, dünyaya gözlerini 29 Mayıs 1979 tarihinde Yalova'da açtı. Mehmet, çocukluk yıllarında uzun süre kaleci olarak futbol oynadı. Basketbol yeteneği çok geç kabul edilecek 14 yaşında keşfedildi. Ünlü antrenörlerden Nihat İziç, geleceğin NBA yıldızını geliştirmek için özel olarak ilgilendi. Oyak Renault kulübünde başlayan kariyerini hala NBA'de Utah Jazz'da devam ettiriyor. ABD'deki ilk takımı olan Detroit Pistons'da şampiyonluk yüzüğünü parmağına takarak, dünyanın en önemli basketbol liginde ayrıcalıklı oyuncular sıfına girdi. Ayrıca All Star unvanını alan ilk ve tek Türk olma onurunu yaşadı. Detroit'ten, Jazz'a geçerken sezon başına 9.5 milyon dolardan 5 yıllık mukavele imzalayarak elde ettiği "En çok kazanan Türk sporcusu" unvanını, geçtiğimiz ay, Toronto Raptors'a 53 milyon dolara transferi gerçekleşen Hidayet Türkoğlu'na kaptırdı.

ELENA İSİNBAEVA
Sırıkla atlamada, rakipsizliği ve üst üste kırdığı rekorlarla adı dişi Sergei Bubka'ya çıkan Elena İsinbaeva, baba tarafından Dağıstanlı'dır.. 3 Haziran 1982'de Rusya'nın Volgograd kentinde dünyaya gelen 5 yaşından 15 yaşına kadar jimnastikçi olarak çalıştı. Boyunun uzunluğu (1.74 metre) nedeniyle bu spordan uzaklaşmak zorunda kaldı. Başarıları kadar, güzelliği ve sempatikliği ile de hafızalarda yer edinen Rus atlet, İlk altın madalyasını 1999'da Dünya Gençler Oyunları'nda 4.10 metre atlayarak kazandı. Sırıkla atlamada birinciliklere ambargo koyan İsinbeava'nın 5 yıllık geçilmezlik unvanına ise geçtiğimiz Temmuz ayında yapılan Londra Grand Prix'sinde Polonyalı atlet Anna Rogwska son verdi.

USAİN BOLT

Jamaika'nın dünya atletizmine sunduğu son yıldız Usain Bolt, 21 Ağustos 1986 Trelawry doğumlu... Müthiş sürati kadar, sempatik tavırlarıyla da gönüllerde taht kurmayı başaran ünlü atlet, spor kariyerine kriketçi olarak başladı. Ancak o kadar hızlıydı ki, bu yeteneği krikette harcansa belki de yazık olacaktı. Boltun, bu yeteneğini keşfeden kriket hocası, onu atletizme yönlendirdi. 2008 Pekin Olimpiyatları'nda 9.69'la dünya rekoru kırdığı 100 metre yarışında o kadar rahattı ki, son 10-15 metrede hızını keserek zaferini kutlamaya başlamıştı bile. Böyle yapmasaydı, rekorun 9.60'ın altına inmesi işten bile değildi. Bolt, Pekin'deki başarısını 200 metrede 19.30'la kırdığı ikinci dünya rekoruyla taçlandırdı.

HAKAN ŞÜKÜR

Arnavut kökenli bir ailenin çocuğu olan Hakan Şükür'ün resmi doğum tarihi 29 Temmuz 1971. Ancak futbol aşığı olan babası Sakaryaspor'la kampta bulunması nedeniyle nüfus kaydı ancak 1 Eylül tarihinde yapılabildi. Baba Sermet Şükür, dizlerindeki rahatsızlık nedeniyle yeşil sahalardan erken kopmuştur. Bu yüzden Hakan'ın futbolcu olmamak gibi bir terciği söz konusu değildir. Çünkü baba Şükür'ün en büyük ideali, futbolda yapmadıklarını oğlunun gerçekleştirmesidir. 8. yaşında Sakaryaspor'un alt yapısına kaydolan Hakan, futbolla beraber okul takımda basketbol da oynadı. Okuluyla Türkiye şampiyonasına katıldığında salonda TRT spikeri Tansu Polatkan'ı görünce çok heyecanlandığını çok sonraları bir söyleşide anlattı. Ayrıca o dönemde Günaydın Marmara Gazetesi tarafından Marmara bölgesinin en iyi basketbolcusu seçildi. Futbol ve basketbolun yanı sıra atletizmde de başarılı oldu. 100 metre, uzun atlama, 4x4 bayrak yarışında birincilikler elde etti. Çocukluk arkadaşı Bülent Uygun'un babası, Güreş Milli Takımı'nda antrenörlük yaptığı için, Yavuz Erçalan, Kenan Çınar, Erol Kemah ve Serhat Karadağ gibi ünlü güreşçilere antrenman yapma fırsatı yakaladı. Bu antrenmanlar onun fizik gücünün gelişmesinde önemli rol oynadı.. Babası nedeniyle futbol alternatifsiz bir branş olarak karşısında duran Hakan Şükür, Sakaryaspor'la başladığı ve Galatasaray'la zirveye çıktığı kariyerini Torino, Inter, Parma ve Blakburn Rovers takımlarında sürdürdü. Futbola son noktayı yine Galatasaray'da koydu... Emekliye ayrılırken ardında birçok rekor bıraktı. Hem Galatasaray'ın hem Türk Milli Takımı'nın hem Türkiye Ligi'nin, hem de Türk futbol tarihinin en fazla gol atan futbolcusu unvanını aldı. Kariyeri boyunca toplam 395 kez fileleri havalandırıp, (249 Türkiye Ligi, 9 Seria A, 2 Premier Lig, 51 'A Milli', 5 'Ümit Milli', 1 'A Genç', 2 'B Genç', 4 'Olimpik Milli', 22 Şampiyonlar Ligi, 12 UEFA Kupası, 4 Kupa Galipleri Kupası, 25 Türkiye Kupası, 5 Cumhurbaşkanlığı Kupası, 3 TSYD Kupası, 1 Başbakanlık Kupası) unutulmazlar arasına adını altın harflerle yazdırdı.

AYKUT KOCAMAN
Türk futbolunun golcülüğü kadar, efendi kişiliği de unutulmaz isimleri arasında yer alan Aykut Kocaman spora jimnastikçi olarak ilk adımını attı. Ancak hocalarının "Çok iyi jimnastikçi olur" dedikleri efsane yıldız, onlara rağmen futbola yönelmeyi tercih etti. Spora amatör Altınmızrak kulübünde başlayan Aykut'un yıldızı Sakaryaspor'da parlaşmış sonrasına da ise Fenerbahçe'ye transfer olmuştur. Sarı lacivertli forma altında 212 maçta 140 gole imza atmış, ayrıca 200'ler kulübüne girme onurunu yaşamıştır. Üç kez Türkiye Ligi gol kralı olan yıldız futbolcu, 1995-96 sezonunda Ali Şen tarafından Oğuz Çetin ile birlikte Fenerbahçe'den uzaklaştırılmış, daha sonra İstanbulspor'da forma giymiştir. Teknik direktörlük kariyerinde de belli bir çizginin üzerine çıkmayı başaran Aykut, halen Fenerbahçe'de sportif direktör olarak görev yapıyor.

MEHMET YILDIZ

Yozgat'ta 14 Eylül 1981 tarihinde dünyaya gelen Mehmet Yıldız, fiziği ile futbolcudan çok güreşçiye benzemektedir... Gerçekten de güçlü fiziğini güreşe borçludur. Çocukluk dönemi ve gençliğinin ilk yıllarında ata sporuyla uğraşan Yıldız, futbola amatör küme takımlarından Tigem'de başlamış, sırasıyla Sivasspor, Telekom, tekrar Sivasspor, Antalyaspor ve İstanbulspor ve üçüncü kez Sivasspor formalarını giymiştir. Kariyeri boyunca inişli-çıkışlı bir çizgi izleyen Mehmet, Sivasspor'a son gelişinde büyük patlama gerçekleştirmiş, Yiğido efsanesinin doğuşunda önemli rol oynamıştır. Milli Takım içinde geç keşfedilen yıldızlarından birisi olmuştur.

JENSON BUTTON
19 Ocak 1980 doğumlu İngiliz pilot, Formula 1 öncelikli olmak kaydıyla, iki zor sporu bir arada yürütebilen ender isimlerden birisi... F1 kariyerine Williams'ta başlayan, Honda'nın pistlerden çekilmesiyle Brawn GP adını alan yeni takımında pilotlar klasmanında lider durumda bulunan Button, aynı zamanda bir triatloncu... Jim Clark ve Michael Schumacher ile birlikte bir sezonda ilk 7 yarışın 6'sını kazanan üç pilottan biri olan İngiliz sürücü; yüzme, bisiklet ve koşma dallarından oluşan triatlonda da hatırı sayılır bir başarıya sahip. F1 pilotu ve Ironmen unvanları bir arada taşıyan Jenson, triatlondan elde ettiği gelirleri hayır kurumlarına bağışlıyor.

CAN BARTU

Birden fazla sporla uğraşan sporcuları yazarken, Sinyor'u anmazsak haksızlık yapmış oluruz... İstanbul'da 30 Ocak 1936 tarihinde spora Fenerbahçe'de basketbola başlayan Can Bartu, Fikret Arıcan'ın sayesinde futbolda da atından başarıyla bahsettirdi. 1961'de İtalya'nın Fiorentina takımına transfer oldu. Daha sonra Venezia ve Lazio'da da oynadı. Teknik ve zarif oyunu ile iz bıraktı. 1967'de Fenerbahçe'ye döndü. Sarı-Lacivertli forma altında 326 maç oynadı, 162 gol attı. Türkiye - Romanya maçında kaleci Turgay Şeren'in sakatlanması üzerine kaleye geçti. Ve bu tecrübesinde 1 gol yedi. (1958-Son 7 dakika). Avrupa kupalarında final maçı oynayan ilk Türk futbolcusu oldu. (Fiorentina-Atletico Madrid) milli formayı 26 kez giydi ve 6 gole imza attı. Ezeli rakip Galatasaray'a aynı gün basketbolda 28 sayı, futbolda da 2 gol atarak tarihe geçti. Halen spor yazarlığı yapan efsanevi yıldıza, şık giyimi nedeniyle İtalyan futbolseverler "Sinyor" lakabını takmıştır.

ZEKİ RIZA SPOREL
1898 doğumlu Zeki Rıza Sporel'in adı Fenerbahçe ile bütünleşmiştir. Sarı lacivertli formayı 18 yıl boyunca giyen 352 maçta 470 gol kaydeden Sporel, 26 Ekim 1923'te Romanla ile oynadığımız ve 2-2 berabere kaldığımız maçta da fileleri iki kez havalandırarak, Milli Takımımızın ilk gollerini kaydeden isim oldu. Soyadı kanunu çıktıktan sonra soyadı bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından verilen Sporel, futbolun yanı sıra tenis dalında da Türkiye'yi temsil etti. Kariyerini 1934 yılında sonlandıran Zeki Rıza Sporel, Su Sporları Federasyonu ve Fenerbahçe Kulübü başkanlıklarında bulundu. Türk spor tarihinin en iyi 11'ine seçilen büyük golcü, Galatasaray ağlarına tam 27 gol göndererek, kırılması güç bir rekora imza attı. Milletvekili olarak siyasete de giren Sporel, 1969 yılında vefat etti.


26 Temmuz 2009 Pazar

İnce kırmızı hat

Kemal Serdar / AKŞAM

Felipe Massa'nın başına gelen trajik kaza sonrası Formula 1 tarihine şöyle bir göz atalım dedik. Ve sizlere ses duvarına yaklaşan hızlarda seyreden bu cesur adamların ölümle aralarındaki o "ince kırmızı hattın" belirginsizleştiği anları derledik. Mevzunun özünü "araba, erkek ve yarış" dinamiklerinin oluşturması derlemenin yelpazesini de genişletiyor haliyle... Pistler neler görmedi ki, Coulthard'ın 1998'de bovling topu gibi bir hamlede 14 aracı yarış dışı bırakması, 1993 Belçika GP'sinde ölümden dönen Zanardi'nin daha sonra Indy Car'da bacaklarını kaybetmesine rağmen yarışlardan kopmaması, 1992'de yine Belçika'da meydana gelen kazada Gilles Villeneuve'nin trajik sonu bunlardan bir kaçı. Tabii ki kazalar üzücüdür. Ama öyle iki pilot vardı ki, onların hikayesi Formula 1 severlerin yüreklerini acıtacak, cinstendi: Niki Lauda ve Ayrton Senna. İkisi de F1'in gelmiş geçmiş en iyi pilotları arasında yer alıyordu. Ama kader birisine gülerken, diğerini de hayattan kopardı. Lauda, 1976 Almanya GP'sinde Ferrarisi'nin kontrolünü kaybedip, bariyerlere çarptı, ardından piste geri göndü. Alevler içinde kalan arabasına bir başka araç çarptı. Dört rakibinin güçlükle Ferrari'den çıkardığı Lauda, yüzü fena halde yanmış, ciğerleri duman ve gazdan zehirlenmiş bir şekilde hastaneye kaldırıldı. Mirasını yazması istenen ve başına rahip çağırılan efsane pilot, "Ben cehennemi zaten yaşadım peder" diyerek birkaç hafta sonra pistlere döndü. Hatta, bir sezon sonra da şampiyon olmayı başardı. Yüzündeki yanık izlerini de büyük bir gururla taşıdı. Senna ise Niki kadar şanslı değildi. Yıl 1994, yer F1'in en hızlı pisti Imola.. Ayrton'un "Çekirge" olarak tanımladığı o zamanların çaylak pilotu Barrichello'nun antrenman turlarında geçirdiği feci kaza kabusun da başlangıcı oldu. İkinci trajedi ise bir sonraki gün yaşandı. Bir başka çaylak Roland Ratzenberger, arabasının kontrolünü kaybediyor ve 315 km hızla duvara çarpıyordu. Boynu kırılan Avusturyalı pilotun spin atmaya devam ederken görünen cansız başının sallanma anı ise Formula 1'de görülebilecek en acı görüntülerden bir tanesi olarak hafızalara kazınıyordu. Pit-stopta kazayı izleyen Senna'nın da gözleri dolmuş ve Brezilyalı efsane kameralardan kaçarak ağlamıştı. 1982 yılından beri Formula 1'de ölen ilk pilot olan Ratzenberger ne yazık ki sonuncu olmayacaktı. Ertesi gün.... Senna, pole pozisyonunda başladığı San Marino Grand Prix'inde de kendine has sürüşünü sergiliyordu. Ta ki o lanetli Tamburello virajına kadar... Ve; 220 km hızla duvara çarpan Formula 1 tarihinin gelmiş geçmiş en iyi pilotu, Formula 1 tarihinin en ünlü kazasıyla aramızdan ayrılıyordu. Senna, o sabah Ratzenberger'in hayatına mal olan kaza yüzünden pilot arkadaşlarına örgütlenme çağrısı yapmış ve Formula 1 araçlarındaki güvenlik önlemlerinin arttırılması için bir şeyler yapmaları gerektiğini söylemişti. Brezilyalı efsane konuşmasıyla olmasa da ölümüyle istediklerini organizatörlere yaptırmayı başardı. Senna'nın kokpitini inceleyen görevliler ise yarışı kazanacağından emin olan Senna'nın podyuma çıktığında Avusturyalı Ratzenberger'i onurlandırmak için taşıdığı bir nesneyle karşılaşmış ve onlar da göz yaşlarına hakim olamamıştı; Avusturya bayrağı....Senna'nın hayatına mal olan kazası sonrası ortaya birçok spekülasyonlar atıldı. Bunlardan birisi de Massa'nın başına gelenlerle paralellik gösteriyordu. Brezilyalı'nın aracından kopan bir parçanın kaskını delip geçtiği ileri sürüldü ama ispatlanamadı.

23 Temmuz 2009 Perşembe

Ecclestone neden Hitler'e hayran?




Ne kadar güçlüysen o kadar faşistsin!..


İnsanlık tarihinin kısa özeti budur… Güçlü olan; güçsüzü yutar, doğanın, toplumun nimetlerinden daha fazla yararlanır… Demokrasi dedikleri aslında güçsüzün güçsüzlüğünü fark etmemesini engellemek amacıyla üretilmiş dünyanın en büyük masalıdır… Hayatın zorluğu, acımasızlığı ile mücadele ederken sıradan insanın masalın gerçekliğine inanmaktan ve onun kurallarını yerine getirmekten başka seçeneği yoktur… Güçlü olan, ulaştığı nokta gereği statükocudur.. Bu da onu faşistliğe götürür… Faşist kimliğe bürünürken, kimliğini devam ettirirken demokrasi kalkanına sığınır… Ondan güç alır ve daha da faşist olur… Bir insan ne kadar güçlüyse o kadar faşisttir. Faşist; güce tapar, ama gücünü kaybettiğinde demokrasiden medet umar. Sıradan insanlar da güçlü olmak ister. Bu yüzden faşiste özenir, ona hayran olur… Yığınlar halinde onu takip eder… Çarpık bir sosyolojik durum söz konusudur… Ortada ezilen ve ama ezildiğinin farkında olmayan milyonlarca faşistçik dolanır durur… Kapitalizm ve toplumun iliklerine kadar işlettiği tarz için güç her şeydir… Bu yüzden FOTA’nın isyanında çaresiz kalan Bernie Ecclestone; Adolf Hitler ve Saddam Hüseyin gibi olmak ister… Onlara hayranlığını dile getirip, ancak onların yaptığı gibi sorunların aşılabileceğini söyler… Bu yüzden güce tapınan Max Mosley, seks yaparken Nazi üniformasını giymiş partnerlere ihtiyaç duyar…

Unutulmayacaksın Halis Güler


Yılların gazetecisi Halis Güler... Yazıları Çukurova Grubu'na bağlı Güneş Gazetesi'nden atılmasına neden oldu. Kimileri alkışladı, kimileri (Kendilerini hıyar gibi hissedenler) ateş püskürdü, kimileri "Kahpe Bizans'ta doğruları söylemenin ne alemi var. Kendi kendini yaktı" dedi... O ise dik durabilmenin beraberinde yalnızlığı getirdiğini biliyordu. Kendisine üzülenleri "21. yüzyılda yaşıyoruz... Her şey o kadar çabuk unutulur ki şaşarsınız, sıkmayın canınızı" diyerek teselli etti. Şimdi yıllarını verdiği gazetesinden uzakta... Ancak yalnız değil... Gerçek basın emekçileri hep onun yanında.... İşte Güler'in sakıncalı yazıları...

Söylesem tesiri yok... Sussam gönül razı değil

Türk edebiyatının büyük üstadı Fuzuli derki...'Söylesem tesiri yok...'Sussam gönül razı değil...'Ama biz susmayalım, duyan duyar dedik, anlayan anlar dedik...Bakın ülkede insanlar aç sefil...Başbakan diyor ki, 'Halkta para var...'Öyleyse pazarlarda artık sebze-meyve toplayanlar kimler?..İnsanlar niye kira ödeyemiyor, elektrik, su faturalarını ödeyemiyor?..Evine ekmek götüremeyen binlerce insan niye aramızda?..Bu cinayetlerin, cinnetlerin, geçimsizliklerin kaynağı ne peki?..Kredi kartıyla yaşama alışmanın nedenlerini hiç sorguladınız mı?..Yağcılar, yalakalar kaplamış etrafı...Ama gelin görün ki bunlar her şeyi tozpembe göstermek için yarışıyorlar...Doğru söyleyeni ise dokuz köyden kovuyorlar...***Şimdi şu söylediklerimi iyi okuyun... Okuyun da kulağınıza küpe olsun...Sakın bu yazdıklarımı bir kıskançlık duygusu diye de algılamayın, bunu özellikle belirteyim...Sadece Türkiye'nin bir gerçeğini gözler önüne seriyorum...Bakın eğer müessesenizin tam giriş kapısında dometes-hıyar fideleri varsa...Bir işyerinde müdür sayısı, çalışandan fazla ise...İnsanlar maaş alamazken, müessesenizde onlarca müdür pozisyonundaki insanlara lüks araçlar tahsis edilmişse...O hıyar fideli müessesenizin müdürleri, makam odalarına bile neredeyse arabayla girecek kadar kapıya yanaşıyorsa...O müdürlerin makam şoförleri kışın ısıtmak, yazın da soğutmak için o makam arabalarını saatlerce o hıyar fideli kapının önünde çalıştırıyorsa...Bir müessesede çalışanlar arasında maaş dengesizliği, hele de uçurumlar varsa...Bir müessesede, birileri zevk-ü sefa içerisinde, birileri ise yol parası bile bulmakta sıkıntı çekiyorsa...Bir müessesede birileri üretime katkım artsın diye alın teri akıtırken, birileri de gününü gün ediyor, yat sefası, at sefası, deniz sefası yapıyorsa...Bir müessesede 'kralcık'lar ve 'soytarılar'ı cirit atıyorsa...Bir müessesede bu kadar çok müdüre rağmen maaşların ne zaman verileceğini dışarıdan gelen balcı söylüyorsa...İşte o zaman durum vahimdir...Büyük üstad Levent Kırca'nın 'Olacak o kadar' oyununda bir skeci vardı, unutmam...Devlet bir koyun bulur... Ne yapalım ne edelim denir ve devlet koruması altına alınır...Sonra ona ilk iş olarak bir çoban tutulur, ardından çoban yardımcısı... Sonra o koyun için bir birim kurulur, müdürler, yardımcıları derken eleman sayısı olur 150 kişi...Bir koyuna 150 kişi...Aradan zaman geçer devlet kemer sıkmaya gider. Bütün birimlere eleman çıkarılması için talimat verilir.Koyun için oluşturulan 150 kişilik birim hemen işe başlar ve ilk icraatı, 'Çoban çıksın...'Yazık....Ben daha ne deyim... Anlayana sivri sinek saz...Anlamayana davul zurna az...

*************

Cebimdeki 10 kuruş ile Fener yorumu

Gözüm sahada Fenerbahçe-Arsenal maçında, gönlüm Fenerbahçe'de...Ama aklım cebimde...Ne oldu, kriz mi vurdu derseniz anlatayım da okuyun...Bugün ayın kaçı?.. 22'si...Dün itibariyle cebinizde sadece 10 kuruş varsa ne yaparsınız!..Türkiye'nin en büyük gazetelerinden birinde çalışacaksınız, ama sefilden daha sefil duruma düşürüleceksiniz...Sadece ben mi yoksulum, inanın gazetedeki bütün arkadaşların durumu benden farksız...Ama çaresizlik içerisinde kıvranıyorlar...Başkalarının hakkını hukukunu çatır çatır sayfalara aktaran emektarlar, kendi haklarını savunmaktan aciz...Sadece mutlu bir azınlık var gazetede... Aynı Türkiye gibi...Sabah geliyorsunuz gazeteye, bizim grubun amiral gemisi diye tabir edilen gazetenin (Akşam) genel yayın yönetmeninin yazısını okuyorsunuz, resmen açlık sınırında yaşayan hem Türk insanıyla, hem de bizim gerçek gazeteci arkadaşlarımızla alay ediyor...Bütün bu yokluk içerisinde, kendi yol arkadaşları perişanlık çekerken 10 günlük Amerika tatilinde bilmem ne barda ne içtiğinden tutun da, nasıl mutlu olduğunu yazıyor...Sonra düşündüm, cebime bir daha baktım, 10 kuruş...Hayıflandım, yıkıldım...28 yıllık gazeteci, 18 yaşından beri bu mesleğe gönül vermiş, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nden tutun da Türkiye Spor Yazarları Derneği'ne kadar bizim meslekten bir çok ödül almış, hep doğru bildiğini yazmış-çizmiş-söylemiş Halis Güler'in cebinde 10 kuruş...Cüzdanımı bir kenara bırakmak zorunda kaldım içim sıkılarak... Hatta bugün-yarın ne olacağını bilerek...Dedim ya, gönlüm Fenerbahçe ile...O da cebimdeki 10 kuruşa inat 'ben senden de sefilim' der gibiydi...Tek fark vardı onlar zengin ama futbol sefilleriydi...Zengin babanın şımarık çocukları, ne Kayseri maçından, ne de geçtiğimiz haftaki Kocaeli maçından ders almışlardı.Dede ne yapsın torunlarına, bu saatten sonra futbol öğretecek değil ya... Kenarda uyudu garibim...Sonuç mu?..Bu Fener'i gördükten sonra ben 10 kuruşuma bakıp onurlu duruşuma şükrettim...

Siyah 'Beyaz'ını kaybetti


Vedat Okyar'ın ardından
Kimi futbolcular vardır, yıldızlaştıkları camialar tarafından sevilir. Kimileri vardır, bir camiaya mal olsa da herkesin sevgilisi haline gelir... İşte böyle bir sporcuydu Vedat Okyar... Naifliği, ilkelerine bağlılığı, Beşiktaş sevdası ile gönüllere taht kurdu... Futbolcuydu, adam gibi adam, güzel bir insandı... Spor yazarıydı... Ama o yaptığı iş için kullanılan "Spor yazarı" tanımlamasını kabul etmez, "Beşiktaş yorumcusu" olduğunu söylerdi... Ve çok sevdiği Beşiktaş dışında yorum yapmaktan ısrarla kaçınırdı.... 1945 yılında Bursa'da dünyaya geldi Vedat Okyar... Futbola şehrin takımı Bursaspor'da başladı. Tekstilci olan babası Rahmi Okyar'ın, Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nde yöneticilik yaptığı dönemde siyah beyazlı renklerle tanıştı. 1968-76 yılları arasında siyah beyazlı formayla 253 maçta 21 gol attı. Bu transfer onun hayatı için dönüm noktasıydı. Daha sonra sırasıyla Diyarbakırspor ve Karagümrük formalarını giydi... Ancak hep Beşiktaşlı Vedat olarak anıldı. 33 kez de milli takımda yer alan Okyar, profesyonel kariyerini 42 yaşında noktaladı. Futbol hayatı boyunca hiç sakatlanmayarak kırılması güç bir rekora imza attı. Kullandığı 43 penaltının sadece birisini kaçırdı. Futbolu bıraktıktan sonra kısa süre baba mesleği olan tekstil işi ile uğraştı. Futboldan pek fazla uzak kalamadı, yeşil sahalara yorumcu olarak döndü. Sabah, Fotomaç, Hürriyet ve Vatan gazetelerinde görev aldı. Kanserle amansız savaşını kaybettiğinde 64 yaşındaydı. Beşiktaş formasıyla hiç şampiyonluk yaşayamamıştı. Bu onun en büyük özlemiydi... Belki Beşiktaş'ta şampiyonluk yaşayamadı ama adam gibi adamlığı, beyefendiliği, mütevazılığı ile gönüllerin şampiyonu olmayı başardı. Siyah beyaz, seninle güzeldi ve şimdi siyah, beyazını kaybetti... Güle güle güzel insan... Kara Kartal semalarda uçtukça adın asla unutulmayacak....